GİRİŞ
30
yılı aşkın bir süredir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kanayan yarası olmaya
devam eden ‘Kürt Meselesi’, Ak Parti’nin 2002 yılında iktidar partisi olması
ile birlikte çok farklı bir zeminde ele alınmaya başlandı. Ak Parti hükumetleri
süresince soruna farklı bir teorik çerçeveden bakıldığını, sorunun temel
paradigmalarının değiştiğini ve bu doğrultuda da sorunla mücadele bağlamında
farklı ve alışılmamış stratejiler geliştirilip, uygulamaya konduğunu
görmekteyiz. Farklı kesimlerce takdir edilip edilmemesi bir tarafa, Ak Parti
hükumetlerinin ‘Kürt Sorunu’ bağlamında Türkiye Siyasi tarihinde benzerine
rastlanmamış devrim niteliğinde yeni bir anlayışla ortaya çıktığı ortadadır. Bugün
iktidar partisinin bu soruna yönelik geliştirdiği yeni kavramlar ve yeni
terminoloji, meseleyi farklı bağlamlarda da tartışabilmemize olanak
sağlamaktadır. Açılımla birlikte artık sorunun sadece terörle mücadele
kapsamında salt askeri bir anlayışla değerlendirilmediğini ve toplumun farklı kesimlerince
tartışılabilir, üzerinde araştırma ve çalışmalar yapılabilir bir hale geldiğini
görmekteyiz. Ak Parti’nin ortaya koyduğu irade ile ‘Kürt Sorunu’ artık sadece
belli kesimlerin sorunu olmaktan çıkmış ve bütün topluma mal olmaya
başlamıştır. Bu sayede Türkiye’deki farklı toplumsal kesimler bu sorunu
içselleştirebilmiş ve Kürt azınlığın sorunlarına yönelik empati kurabilme
şansına sahip olmaya başlamışlardır.
Bu
noktadan hareketle, Kürt açılımının başarılı mı başarısız mı olduğu
tartışmalarından bağımsız olarak, öncelikle başlatılan sürecin demokrasi
anlayışımızın gelişmesi ve demokratikleşmemizde ne denli önemli katkılarda
bulunduğunu tespit etmek gerekir. Tarafların sorunu demokratik yollarla
çözebilme iradesini ortaya koymaları hem ülkemizin demokratikleşme sürecinde
atılan tarihi bir adım olmuş, hem de Türkiye’nin uluslararası toplum nezdinde
saygınlığını ve prestijini artıran bir gelişme olarak kendini göstermiştir.
AB’nin bu sürece yönelik desteği ve bu süreçde AB üyelik müzakerelerinde kat
ettiğimiz yol, çözüm sürecinin
uluslararası platformlarda da Türkiye’nin elini güçlendirdiğinin en
önemli göstergelerinden biridir.
Erdoğan’ın
12 Ağustos 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı konuşma, çözüm arayışına yönelik
ilk açılım olarak değerlendirilebilir. Erdoğan ‘Kürt Sorunu’kavramını ilk kez
bu konuşmasında kullanacaktır. Bu tabiri kullanarak aslına böyle bir sorunun
varlığını da kabul ettiğini göstermiş bulunmaktadır. Bu durum T.C Devleti’nin
artık bu önemli sorunu ile yüzleşebildiğini göstermektedir. Erdoğan bu açılımı
ile çözümün ana parametlerini de tanımlamıştır: “Daha fazla demokrasi, daha fazla
hukuk ve daha fazla refah.” Bu ilk girişim ile meselenin Kürt vatandaşın sorunu, başka bir
deyişle bireysel hakların ihlali ve
iktisadi kalkınma temelinde değerlendirildiğini görmekteyiz. Açılımla birlikte
sorunun çözümünün ise ancak bireysel hakların kullanılmasının önündeki
engellerin kaldırılmasını sağlayacak hukuk ve demokratikleşme adımlarının
atılması ve iktisadi olarak bölgenin kalkındırılması ile söz konusu olabileceği
ileri sürülmekteydi. "Demokratik sürecin geriye doğru işlemesine izin
vermeyeceğiz... Şundan hiç endişeniz olmasın, söyleyecek sözü olan herkesi
dinlemeye hazırız, hakkaniyet sahibi herkese kulak vermeye hazırız. Yeter ki
gelecek umutlarımıza gölge düşüren şiddeti ve kavgayı bertaraf edelim."
2009
yılında başlatılan açılımla birlikte, 2005 açılımının temel yaklaşımını devam
ettirmekle birlikte, sürece yeni parametrelerin de dahil edildiğini
görmekteyiz. Sürece damgasını vuran Oslo Görüşmeleri, sürecin metodolojisinde
meydana gelen değişimi de gözler önüne sermekteydi. Sürecin metodolojisi
dikkate alındığında 2009 açılımının iki temel yaklaşıma dayandığını
görmekteyiz: 1) PKK/Kürt meselesinin birbirinden ayrı düşünülemeyecek meseleler
olduğu, 2) Sorunun hem bireysel hem de kolektif haklar yönünden ele alınması
gerektiği. 2009 yılı ile birlikte iktidar Kürt vatandaşa yönelik başlattığı
açılımın sorunun çözümü için yeterli olmadığını ve PKK terör örgütünün de sürecin bir parçası olması
gerektiği kanaatine vardı. Oslo sürecinde bu anlayışın uygulamaya da
geçirildiğini görmüş olduk.
Ak
Parti’nin ‘kalıcı çözüm’ arayışı ile başlattığı 2005 ve 2009 açılımlarının
sonuçsuz kalması, Ak Parti’yi 2013 yılında ‘Çözüm Süreci’ olarak adlandırılan
Türkiye siyasi tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan yeni süreci
başlatma yoluna götürdü. 2012’nin son günlerinde İmralı’da bulunan Abdullah
Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında gerçekleşen görüşmelerle başlayan
başlayan bu yeni süreç, üçüncü çözüm girişimine işaret etmekteydi. Bu süreçle
birlikte, Oslo görüşmeleri, 2005 ve 2009 açılımlarından da bazı yönleri ile
farklılaşan bazı yeni anlayışlar ve yaklaşımlar ortaya konmuştur. Bu süreci
diğer iki süreçden ayıran özellikler ise; 1) Abdullah Öcalan’ın doğrudan
birincil aktör, Kürt seçmenle en yakın teması kuran ve demokratik meşruiyete
sahip BDP’nin ise ikincil aktör olarak muhatap alınması 2)çözüme bu aktörler
vasıtasıyla ulaşılmaya çalışılması ve önemlisi de 3) bu sürecin açıktan yürütülmesidir.
Bugün bazı görüşlere göre iktidarın bu sorunun çözümü konusunda ilerleyen
yıllarda daha cesurca adımlar atması gitgide vesayet sisteminin zayıflatılması
ile alakalıdır.
Ak Parti’nin mevcut statükoyu sarsacak ve
kendisi için siyasal maliyet oluşturabilecek bu denli ağır bir meseleyi muhalefete
rağmen üstlendiğini ve sürecin ana taşıyıcısı olarak ortaya çıktığını ve
sürecin sürdürülmesi yönünde irade ve kararlılığını devam ettirdiğini
görmekteyiz. Yine Ak Parti’nin kamuoyunun bilgisi dâhilinde ve kamuoyunu
yöneterek bu süreci devam ettirmeye çalıştığını görmekteyiz.
Bu
yeni ve radikal yaklaşım toplumun belli kesimlerince tepkiyle karşılanırken,
mevcut iktidarın başlattığı bu sürece ve politikalarına sahip çıkan yandaş
kesimler tarafından da meşru bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Kalıcı
barışın tesisi için PKK ve KCK gibi toplumun vicdanında derin yaralar açan
terör örgütleri ile dolaylı temaslarda bulunulması ve bu aktörler ile birlikte Türkiye’nin geleceğini
şekillendirecek bir sürecin başlatılması ve devam ettirilmesi şüphesiz toplumun
kolaylıkla kabulleneceği bir durum değildi. Bu durumu meşrulaştırmak ve makul
bir zemine oturtabilmek için başta hükumet olmak üzere çözüm sürecini
destekleyen farklı çevrelerin(medya, akademi,sivil toplum, iş dünyası vs.)
kabul edilebilir argümanlar geliştirmeleri ve farklı kesimlere bu süreçle
amaçlanan şeylerin neler olduğunu anlatıp, ikna etmeleri gerekmekteydi. Ben
sürecin topluma rağmen değil,
toplumun geniş bir kesiminin desteğini alarak işletildiğini düşünmekteyim. Kürt
meselesinin siyasal çözümü konusunda toplumsal bir mutabakatın varlığından da
söz edebiliriz. Başka bir deyişle, çözüm için ortaya konulan siyasi irade
toplumsal bir tabana dayanmaktaydı. Toplumun sürece verdiği bu desteği süreç
içerisinde yaşanan provakasyonlara karşı gösterdiği sağduyulu yaklaşımdan
anlamak mümkündür.
Silahli
mücadelenin yoğunlaştığı ve maddi,manevi ağır kayıplar verdiğimiz bu günlerde, AKP’nin ve taraftar medyanın Kürt Sorunu ve Barış Süreci’ne yönelik temel
yaklaşımını, kürt sorununu nasıl anlayıp yorumladıklarını hatırlamakda
fayda olduğunu düşünmekteyim. Bu noktadan hareketle bu çalışma ile çözüm
sürecinin temel paradigmalarının,
ilkelerinin ve değerlerinin neler olduğu bir başka deyişle Ak Parti hükumetleri
ile birlikte ‘Kürt Sorunu’na yönelik geliştirilen yeni anlayış ve geleneğin ne
olduğunu araştırmak amaçlanmaktadır. Çalışmamda Çözüm Süreci’nin hangi
noktalardan hareketle başlatıldığı, nasıl temellendirildiği, süreçle neyin
hedeflendiği gibi sorular sorulacaktır. Bu sorulara cevap verebilmek için yöntem olarak iktidar yanlısı ve çözüm
sürecini destekleyen akademi ve basın dünyasının çözüm sürecine yönelik
yaklaşımlarının neler olduğu incelenecektir. Yani yandaş akademi ve gazetici
çevrelerin o dönemde ürettikleri argümanlar ve söylemler üzerinden sürecin
paradigmaları yeniden hatırlanmış olacaktır. Bu çerçevede Makalemin bundan
sonraki kısmında gazete haber ve yorumlarına yer vereceğim.
ÇÖZÜM SÜRECİNİ
DESTEKLEYEN ÇEVRELER SÜRECİ NASIL OKUDU?
-Heyetlerin
Kandil ve İmralı’ya gerçekleştirdikleri temaslar hükumetle Kandil ve İmralı
arasında dolaylı da olsa görüşmelerin gerçekleştiği anlamına geliyordu. Bu
durum muhalif kesimlerce eleştirilmiş ve
Devlet ile İmralı arasında gizli bir müzakere sürecinin yaşandığına ve
hükumetin bir takım tavizler verdiğine yönelik bir anlayış gelişmiştir. Süreç
yanlısı taraflar ise istihbarat kaynaklarının tamamen açık olduğu, şeffaf bir
süreç yaşandığı ve devlet ile İmralı arasında bir müzakere değil, görüşme
yaşandığı düşüncesini savunmuşlardır.
Devlet ile İmralı arasında bir takım konuların
müzakere konusu edilmediği, sürecin farklı bir boyutta değerlendirilmesi
gerektiği argümanı kilit noktalardan birisidir. Hükumet ve taraftar çevrelerin
süreç süresince üzerinde durduğu bu nokta önemlidir. Çünkü süreç meşruiyetini
büyük oranda bu yaklaşım üzerinden sağlamaktadır. Bu yaklaşıma göre devletin ve
sivil inisiyatif sahiplerinin bazı kırmızı çizgilerinin olduğunu ve halka bu
konuda teminat verdiğini görmekteyiz.
Devlet ve süreci destekleyen kesimler,
taraflar arasında yaşanacak görüşmelerin sınırlarının belirlenmiş olduğu, yeni
süreçte devlet tarafından daha baştan üniter devlet çerçevesinin korunacağı,
federasyon, özerklik vb. taleplerin kabul görmeyeceği ve çözümün yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi yoluyla söz konusu olabileceği gibi konularda
halka teminat vermiştir. -Sabah
gazetesinde 23 Mart 2013 yılında Hatem Ete’nin kaleme aldığı yazıda dile
getirilen bu cümleler sürecin henüz başında hükumet taraftarı çevrelerin süreci
nasıl okuduklarını göstermekte ve bu çevrelerde hakim olan olumlu havayı da
gözler önüne sermektedir.
2Ete,
Hatem, Nevruz ve Yeni Paradigma, Sabah Perspektif, 23 Mart 2013
‘Korku ve endişeye
mahal yok. Çözüm süreci, on yıldır vesayetle sürdürülen mücadelenin son
halkasıdır. Çözüm süreciyle, Yeni Türkiye'ye giden yolda eksik olan bir halka
daha tamamlanacaktır. Bu süreç, yüzyıllık çarpık politikalar dolayısıyla
enerjilerini birbirlerini zayıflatmak üzere kullanan kesimlerin yeni bir
siyasal perspektifle güçlerini birleştirmeleri anlamına gelmektedir. Türkiye'yi
Kürtlerle, Kürtleri Türkiye ile tehdit ve terbiye etme dönemi kapanıyor.
Kürtlerin siyasi enerjisinin Türkiye'nin stratejik aklına eklemlendiği yeni ve
güzel bir dönem başlıyor.’
Bu
cümleleri yorumlarsak; sürecin iktidarın vesayetle mücadelesinin bir parçası
olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Yine bu çevrelerin geçmişte yapılan
hatalarla yüzleşebildiklerini ve karşı tarafı ötekileştirmeden ortak bir
geleceğe birlikte yürümek istediklerini görmekteyiz. Yine yapılan önemli bir
vurgu da yüzyıllık bu kavgada dış güçlerin rolünün olduğudur. Yani ortak bir
düşman tespit edilerek Kürtler ve Türkler arasında birlik ve beraberliğin
sağlamlaştırılması hedefleniyor.
Mehmet EMİN Ekmen’in 5
Aralık 2015’te Star Açık Görüş’te kaleme aldığı köşe yazısı
iktidar partisine taraftar medyada hakim olan çözüm süreci algısını yansıtması
açısından değerlendirilebilir. Bu yazıda 2013 Ocak’ında başlayan çözüm süreci
Türkiye için spesifik bir tecrübe olarak değerlendirilmiştir. Çözüm sürecinin
doğru bir şekilde anlaşılması gerektiğini ve
Ak Parti’nin; Sessiz Devrim, Demokratik Açılım veya Milli Birlik ve
Kardeşlik Projesi adları ile nitelendirdiği; dönüşüm, entegrasyon ve yenilenme
programının bu süreçle farklı şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Çözüm Süreci’nin
MBKP’nin devamı gibi düşünülmemesi gerektiğini ve zamanla MBKP’ye dönüşeceğine
dair endişelerin yersiz olduğunu ileri sürmektedir. Ekmen Çözüm Süreci’ni tek
cümle ile “PKK’nın silahsızlandırılması süreci’’ olarak nitelendirmektedir.
3
Ekmen, Mehmet Emin, Star Açık Görüş,
5.12.2015
Ak Partinin Demokratik açılımı ise 2001
yılından beri takip ettiği demokratikleşme projesinin bir parçası olarak
değerlendirdiğini öne sürmektedir. Başlatılan bu demokratikleşme projesi ile
yapısal bir dönüşümün hedeflendiğini görmekteyiz. Temel amaç yaklaşık 100 yıldır sürmekte
olan “katı merkeziyetçi, vesayetçi ulus
devlet” ve “makbul vatandaş” uygulamalarına son vermek olmuştur.
Ekmen
Türkiye’de bazı kesimlerin ulus devletin ‘’makbul vatandaş’’ tanımına uymadıklarını belirtmektedir.
Romanlar, Gayrimüslimler, aleviler, dindarlar ve kürtleri 1924 anayasası ile
kurulan ve günümüze kadar devam edegelen sistemin mağdurları olarak
tanımlamaktadır. Ak Parti iktidar olduğu dönemden bu güne demokratikleşme projesi kapsamında uyguladığı
tüm reform ve dönüşüm paketlerinde; kürtleri bu diğer 4 grupla birlikte ele
almaktadır. Ak parti seçmeni ve merkez güçleri endişelendirmemek için kürtler
de dahil olmak üzere bu 5 farklı grupla özel, ayrıcalıklı düzenlemeler
yapmaktan kaçındı.
Ekmen
AKP ve kürtler arasındaki ilişkiyi ‘’mağduriyet kardeşliği’’ olarak
tanımlamaktadır. Bu 5 kesimin mağduriyet kardeşliğinin zamanla ‘’reform
kardeşliğine’’ dönüştürüldüğünü vurgulamaktadır.
Ekmen
Ak Partinin çözüm süreci ve demokratik açılımı birbirinden ayırdığını ve
terörle mücadelenin demokratik dönüşümü kesintiye uğratmasına izin vermemeye
çalıştığını öne sürmektedir. Ekmen bu durumu Devrimci Halk Savaşı(!) girişimine
Kesintisiz Evrimci Reform Anlayışı ile cevap verilmesi olarak
özetlemektedir.(bugün söylemlerde meydana gelen değişiklik)pkkya hiç dost dendi
mi bugün kürtlere düşman deniyormu)
Ekmen
AKP’nin sadece silahsızlandırma girişiminin başarısız olduğunu ve bu
başarısızlığın “muhatapsız dönüşüm” ile
“kesintisiz reform” anlayışlarını kesintiye uğratmadığını öne
sürmektedir.
“Kürt
Açılımı-Demokratik Açılımın” tartışıldığı 26.08.09 tarihli “Açık Görüş” adlı
programda Ali Bayramoğlu bir açıklama yaparak,
Kürt sorununun temelinin nasıl atıldığı konusuna değiniyor:
T.C.
kurulduğunda bu topraklarda yaşayan 12 milyon insandan 9 milyonunun Türk
olmadığına dikkat çekiyor. Bu 9 milyon insanın gayrimüslimlerden, sürülerek bu
topraklara gelenlerden ve Kürtlerden oluştuğunu söylüyor. Bu 9 milyonluk
kesimin Cumhuriyet ideolojisi tarafından Türkleştirilmeye çalışıldığını ve
büyük oranda da başarılı olunduğuna dikkat çekiyor. Bugün kürt sorunu olarak
nitelendirdiğimiz sorunun temelinde uygulanan bu asimilasyon politikasının
Kürtler üzerinde tam olarak başarılı olamamasının yattığını ifade etmektedir.
Bayramoğlu bu bu süreçde artık bu politikanın sonuna gelindiğine vurgu yapıyor.
Taha Özhan / Sabah
Gazetesi/ 9 Kasım 2013
Özhan
2009 demokratik açılımı ile başlayan ve 2013 Çözüm Süreci ile devam eden süreci
Türkiye'de uzun yıllardır üstü örtülen Kürt meselesinin resmen tanındığı ve
aydınlatıldığı bir süreç olarak tanımlamaktadır. Özhan 2009’da başlayan süreci,
toplumsal kesimlerin ve devletin Kürt meselesiyle ilk kez açıktan yüzleşmesi
olarak yorumlamıştır. Kendi ifadesi
ile: ‘’ 2009 süreci, Kürt meselesine
dair siyasal ve toplumsal bir pedagojik oryantasyon imkânı sağlamıştı.’’
Bu
girişimin başarısız olması üzerine Ak Parti’nin geçmiş dönemlerde olduğu gibi
başlanan noktaya geri dönmeyip, 'eski dünya girdabına' düşmeyerek proaktif adımlar
atmaya devam ettiğine vurgulamaktadır.
Özhan’a göre AK Parti'nin pozisyon değiştirme ve siyaset üretme
kapasitesini canlı tutarak, 2013 Çözüm sürecini başlatabilme becerisi
göstermiştir. Nisan 2013’de yine Sabah gazetesi’de yer alan bir köşe yazısında
da ‘’2009 açılımı, AK Parti'nin 2013 çözüm sürecinin dibacesi
olmuştur.’’ifadesine yer vermektedir.
4Yasin,
İlker, "Kürt Açılımı-Demokratik Açılım'a dair-2", Bilim ve Toplum, 28
Ağustos,2009
5
Özhan, Taha, ’’Çözüm Süreci Biterse’’, Sabah, 9 Kasım, 2013
Yani 2009 açılım süreciyle 2013’te
başlatılacak çözüm sürecinin temelleri atılmış, tabanın ve elitlerin Kürt
meselesinde yaşanması beklenen paradigma değişimlerini ve dönüşümü
benimsemeleri sağlanmıştır.Özhan bu yazısında akil adamlar heyetine de değinmiştir.
Akil adamlar heyetinin Türkiye için önemli bir siyasal tecrübe olduğunu öne
sürmektedir. Bu heyetin ‘’doğrudan demokrasi’’ halkla muhatap olmalarını
önemsemektedir. Çözüm sürecinde kurucu rol oynayan bu heyetin çeşitli kesim ve
görüşlerden kişilerden oluşmasını umut verici bulmakta ve bu tablonun halkın
genelinin iradesini de yansıttığını ileri sürmektedir. Bu çabanın bir parçası
olamayan siyasi aktörlerin ise yapısal kırılmalar yaşamaya mahkum olacaklarını
belirtmektedir.
AKŞAM Gazetesinde 19 Şubat 2016 tarihinde
çıkan haber:
Haberde
iki dönem Diyarbakır milletvekilliği yapan ve İslami kesimin Kürt Sorununa
bakışı üzerine düşünceleri olan Ömer Vehbi Hatipoğlu’nun görüşlerine yer
veriliyor. Hatipoğlu ‘’Jön Kürtler’’ in kürt meselesi üzerindeki etkisine
dikkat çekiyor. Kendisi Jön Kürtler’in kürtleri İslam’dan uzaklaştırarak onları
ötekileştirmeye çalıştıklarını iddia ediyor. Jön kürtlerin toplumda İslamcı
aydın ve siyasetçilerin Kürtlerin haklarını korumadıkları ve müslümanların Kürt
sorununa uzak durduğu gibi yanlış
algılar yaratma yolu ile Kürt
toplumu ile İslami kesimi birbirine yabancılaştırmaya çalıştıklarını söylüyor.
Bu strateji ile ‘’İslamcıların’’ sundukları çözümlerin kürt halk tarafından
tartışılmasını imkansız kılmaya çalıştıklarını vurguluyor.
6
Özhan, Taha, ‘’Çözüm Süreci’nin
Dönüştürücü Gücü’’, Sabah, 20 Nisan 2013
7
Şakir, Aydın, ‘’Cumhurbaşkanı sayesinde
Kürt meselesi etnik sorun olmaktan çıktı’’, 19 Şubat 2016
Markar Esayan’ın
Temmuz 2016’da Akşam Gazetesi’nde yayınlanan Ne Türk, ne Kürt, üst-kimlik
sorunu adlı yazısı
Esavan
bu yazısında kürt sorununu Türkiye’nin üst kimliği tam oluşmamış bir devlet
olduğu gerçeğinden hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Bunun sebebini ise şu şekilde
açıklıyor:
‘’Ülkeye uygulanan böl/yönet mühendisliğinin
ve bu mühendisliğe eşlik eden ayrımcı şiddet pratiklerinin, her toplumsal
kesimin ülkeyi algılama biçmini bozduğunu ve bu kesimlerin bir parça devlete ve
ülkeye karşı tepki biriktirdiğini görüyoruz.’’
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze bazı kesimlerin elitleştiğini, Kürt,
Alevi, dindar, gayrımüslim gibi bazı kesimlein de ötekileştirilerek
gettolaştırıldığını öne sürmektedir. Elitlerin tekelinde olan iktidarın “Türküm
doğruyum” tahakkümüyle bir üst kimlik yaratmaya çalıştığını, ancak bu kimliğin
suni/dışlayıcı doğası sebebi ile halk düzeyinde içselleştirilemediğini ifade
etmektedir. Yazısından yaptığım çıkarım şudur, ‘’dindarların ülkeyi yönettiği
son 15 yılda hayata küsen beyaz Türkler’’ kökeni geçmişe dayanan bu kürt
sorununu bugün de sürdürmeye yönelik bir politika takip etmektedirler. Bu
düşüncesini yazısında şu cümlelerle ifade etmektedir:
‘’
İlginç biçimde, dindarların ülkeyi yönettiği son 15 yılda hayata küsen beyaz
Türkler de ulusalcı üst kimlik tulumunu sıyırıp, pkk, dhkp-c, sözcü, nihilist
vs. mahallelere sempatiyle alt kimlik oluşturmaya itildiler. Bu kötücül
mühendislikle insanların geçmiş travmalarını azdırmaya kendilerini adadılar.
Özellikle Kürtler, Aleviler, beyaz Türkler, kentli kadınlar, gayrımüslimler,
yani AK Parti tabanı dışındaki kesimlerin duygularına, hassasiyetlerine dönük
bir “nefret oyunları” kurgulandı. Bu kötücül tercih, zaten zayıf olan toplumsal
kesimler arasındaki ortak vatan/ortak gelecek konsensusunu kırmak ve buradan
bir darbe çıkarmak içindi.’’
8
Esayan, Markar, ‘’Ne Türk, ne Kürt,
üst-kimlik sorunu...’’, Akşam, 9 Temmuz 2016
Yazısının
bir bölümünde dindar Türk ve Kürtlere ayrıca değinmektedir. Dindar Türk ve
Kürtlerin sağduyusu ve demokratlığı sayesinde; T.C.nin üzerinde oynanan bunca
mühendisliğe rağmen bir iç savaşa sürüklenmediğini öne sürmektedir. Bu
çerçevede bazı Türk ve Kürtlerin İslam üst çatısı altında birleştikleri
çıkarımını yapmak yanlış olmayacaktır. Bu üst kimlik de Kürt ve Türklerin
tamamen ayrışmasını engelleyen bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
argümanlarından hareketle kürt sorunu ve benzeri kimliksel sorunların çözümü
için öncelikle bir üst kimlik yaratılması gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Mustafa Akyol’un
Temmuz 2011’de kendi web sayfasında yayınladığı ‘’Ümmetçilik ve Kürt Sorunu’’
üzerine yazısı
Akyol
Kemalist Tek Parti rejimi döneminde uygulanan politikalarla Kürt Sorunu’nun
kökeninde yatan en büyük kırılmaya yol açıldığını öne sürüyor. Rejimin takip
ettiği iki temel politikanın sonucu olarak kürt sorununun ortaya çıktığını
ifade ediyor: 1.si bu rejimin
Osmanlı’dan miras kalan “İslam milleti” yerine baskıyla ve asimilasyonla “Türk
milleti” yaratmaya çalışması; 2.ise yaratmaya çalıştığı bu Türklüğün kökenini
de pagan Orta Asya’da ve “asil kan”da araması. Akyol yazısında kürt sorununun
çözümü için Ümmetçiliğin oynayabileceği önemli role işaret ediyor. Türkler ve
Kürtler arasındaki ortak İslam bağının varlığının iki kesim arasındaki kaynaşma
ve entegrasyonun sağlanmasındaki önemini vurguluyor. Dolayısıyla Ümmetçi bir
politika takip etmenin kürt sorununun çözümüne katkı sağlayacağı çıkarımını
yapıyor.
Kendisi
Türkiye’de Kürt meselesine bakışta kabaca üç siyaset tarzı olduğunu ve bu
tarzların belli kesimlerce takip edildiğini düşünüyor. Birincisi Kürtlerin
Türkleştirilmesi ve asimilasyonu siyasetidir. Akyol yazısında bunu “ne mutlu
Türküm diyene” siyaseti olarak adlandırmış. Bu siyasetin Kemalizm tarafından
üretildiğini ve bugün MHP tarafından da
9
http://www.mustafaakyol.org/turkce-yazilar/ummetcilik-ve-kurt-sorunu/
benimsenildiğini
söylüyor. İkinci siyasette, Kürt kimliği çoğulcu bir “Türkiye milleti” nin bir
parçası olarak değerlendirilmekte ve bir ortak kader vurgusu yapılmaktadır.
Yani Kürt kimliğine saygı duyulmakta ama üst bir kimliğe dahil edilmektedir.
Muhafazakar kesim Kürtleri İslam ve Osmanlı üst kimliğinin bir parçası olarak
görüyorlar. (İslam kardeşliği, Ümmetçilik) Üçüncü siyaset tarzı ise, bir
tarafta PKK/BDP hareketi, diğer tarafta da marjinal Türk ırkçıları tarafından temsil
edilen etnik milliyetçiliktir. Bu siyasete göre Türkler ve Kürtler, ayrı
“kaderleri” olan iki ayrı halk olarak değerlendirilir. Akyol meseleye etnik
milliyetçi bakılmasının çözümün önünde engel olduğunu, soruna çoğulcu bir
yaklaşımla yaklaşılması gerekildiğini vurgulamaktadır. İslam kardeşliği
vurgusunun bir Türkiyelilik üs kimliği yaratılmasında çok önemli bir katkısının
olacağını savunmaktadır.
Kürt Siyasal Hareketi
ve İslam
Çözüm
süreci sürecinde İslam’ın birleştirici rolünün Kürt kesim tarafından da
vurgulandığını görmekteyiz. Öcalan’ın Nevruz mesajında İslami kesimlerle barış
ve uzlaşı arayışına dair verdiği mesajlar, “sivil cumalar” ve “İslam
kardeşliği” vurguları bu duruma önek olarak verilebilir. Buna ek olarak
Abdullah Öcalan’ın yönlendirmesi ile yapılan “Demokratik İslam Kongresi ve bu
kongrede yapılan İslami referanslar da Kürt siyasal hareketinin “İslam
Kardeşliği” ile “ümmetçiliği” esas alan bir “Demokratik İslam Sentezi” inşasına
giriştiğini göstermektedir. Kürt siyasal hareketinin bu girişimi bazı
kesimlerce “Türk İslam Sentezi”ne karşı “Kürdistan İslamcılığı” inşa edilmesi
olarak değerlendirilmiş ve eleştirilmiştir. Eleştirenlerden bazıları da bu
girişimi Sünni İslam’dan bir “kurtuluş teolojisi” üretme çabası olarak değerlendirmişlerdir. Bununla birlikte
çözüm sürecine sağlayacağı olumlu katkıdan dolayı bu girişimi destekleyen ve
sahip çıkan kesimler de olmuştur.
10 Mayıs 2014, BBC
Türkçe Haberi, ‘’ Diyarbakır'da
'Demokratik İslam Kongresi’’
Kongre
boyunca Kur’an'da ve Peygamberin sünnetinde var olan “Çok kimliklilik, çok
dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlara vurgu yapıldığını görmekteyiz.
Öcalan da kongreye “Mümin kardeşlerim” diye başlayan üç sayfalık bir mesaj
gönderdi. Abdullah Öcalan mesajında, “çağdaş İslami ümmetin millet birliğini”
anlamlı bulduğunu, bunun ise asla “tek devlet, tek millet, tek bayrak
zırvalamaları anlamına gelmediğini” ileri sürdü. Öcalan, ‘birbirinizi
tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık’ ayetine de referans
vererek bir çoğulculuk esasına dayalı bir ‘İslami milletler birliği’ fikrini
öne sürdü.
Demokratik
İslam Kongresi 15 maddelik Sonuç Bildirgesinde Medine Sözleşmesi’ni günümüzde
yaşanan sorunların çözümü için bir model olarak önermektedir. Anlaşmanın bazı
hükümlerini günümüzde yaşanan kürt sorununa yönelik çözüm önerisi olarak
sunmuşlardır. Bu bildirgeden seçtiğim konum için önemli olduğunu düşündüğüm
dört madde:
2.
madde: ‘’Medine Sözleşmesi'nin birinci maddesinde "Ümmet", çok
kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir anlama sahiptir. Siyasi ve itikadi
yaklaşımlar, Ümmetin farklı din, mezhep, inanç, etnik ve diğer tüm toplumsal
gruplardan oluştuğunu dikkate almalıdır. Temel hak ve hürriyetlerin
kullanımında, toplumların ve bireylerin kendilerini ifade etmelerinde adaletli,
eşitlikçi ve özgür bir anlayışı kurumsallaştırmaları ve hukuki güvenceye
kavuşturmaları İslami bir zorunluluktur.’’
4.madde:
‘’Kürtler, yaşadığı topraklarda tarih boyunca din ve Ümmet adına üzerine düşen
her türlü sorumluluğu ve fedakarlığı yerine getiren kadim halklardan biridir.
Şimdi ise Kürtlerin karşı karşıya kaldığı otoriter laikçi, ulus devletçi,
mezhepçi ve ırkçı saldırılar karşısında Ümmet'in de sorumluluk ve fedakarlık
göstermesi gerekmektedir.’’
10
Sarı, Zübeyde, Onuş, Sinan, ‘’ Diyarbakır'da
'Demokratik İslam Kongresi'’, BBC Türkçe,10 Mayıs 2014
8.madde:
‘’Türkiye'de Kürt sorununun barışçıl çözümüne dönük tarafların ortaya koymuş
olduğu irade herkes tarafından önemsenmelidir. Barışın kalıcı hale gelmesi için
ivedilikle yasal düzenlemelerin, Medine Sözleşmesi'nin müzakere yöntemleri de
dikkate alınarak hayata geçirilmesi gerekmektedir.’’
12
madde: ‘’ İslam'ın temel öğretisi ve siyaset tecrübesi farklı etnik gruplara,
inançlara, dinlere ve kültürlere eşit yaklaşma üzerine kuruludur. Bu kapsamda
Türkiye'de başta Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Ezdiler olmak üzere tüm
grupların hassasiyetleri gözetilerek; temel hak ve hürriyetleri Anayasal
düzeyde de garanti altına alınmalıdır.’’
SONUÇ
Bu
gazete ve haber yorumlarından hareketle süreci destekleyen kesimlerin ve kürt
kesimin süreç boyunca kürt sorununa yönelik nasıl bir yaklaşım benimsediklerini
anlamak mümkündür. Bu haber ve yorumlardan da gördüğümüz üzere 2009 Demokratik
Açılım’la başlayan ve 2013 Çözüm süreci ile devam ettirilen politikalar Kürt
Sorunu’na yönelik paradigmaların köklü bir şekilde değiştiğini göstermektedir.
Çözüm Süreci’nin 2015 yılının ortalarında akamete uğradığını ve günümüzde de
sürdürülmediğini görmekteyiz. Ama bence bu durum Ak Parti iktidarı ile birlikte
gelişen yeni anlayış ve ortaya çıkan yeni paradigmaların değişikliğe uğradığını
göstermez. Yukarıda yazısına yer verdiğim Mehmet Emin Ekmen’in de ifade ettiği
gibi Demokratik açılım ve Çözüm Süreci’nin farklı süreçler olarak
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ateşkesin sona ermesi ile birlikte
son dönemde iktidarın sertleşen söylemi Kürt halkının kendisine yönelik değil,
PKK/KCK gibi terörist örgütlere yönelikdir. Yani Kürt Sorunu’na yönelik bir
söylem ve anlayış değişikliği olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda yer verdiğim
anlayışlar bugün de aynı kesimler tarafındn büyük oranda sürdürülmektedir.
PKK’nın silahsızlandırılması girişimi başarılamamasına rağmen, Ak Parti
iktidarı ile birlikte başlatılan ‘’Sessiz Devrim’in’’ bugün de devam
ettirilmeye çalışıldığını düşünmekteyim.
KAYNAKÇA:
1) SETA
ODAK, Kürt Meselesi-Zaman Çizelgesi
3) Ekmen,
Mehmet Emin, Star Açık Görüş, 5.12.2015
4) Yasin,
İlker, "Kürt Açılımı-Demokratik Açılım'a dair-2", Bilim ve Toplum, 28
Ağustos,2009
5) Özhan, Taha, ’’Çözüm Süreci Biterse’’, Sabah,
9 Kasım 2013
6) Özhan,
Taha, ‘’Çözüm Süreci’nin Dönüştürücü Gücü’’, Sabah, 20 Nisan 2013
7) Şakir,
Aydın, ‘’Cumhurbaşkanı sayesinde Kürt meselesi etnik sorun olmaktan çıktı’’, 19
Şubat 2016
8) Esayan,
Markar, ‘’Ne Türk, ne Kürt, üst-kimlik sorunu...’’, Akşam, 9 Temmuz 2016
10) Sarı,
Zübeyde, Onuş, Sinan, ‘’ Diyarbakır'da 'Demokratik İslam Kongresi'’, BBC
Türkçe,10 Mayıs 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder