24 Ekim 2015 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN 2011 YILI LİBYA POLİTİKASI

TÜRKİYE’NİN 2011 YILI LİBYA POLİTİKASI
2011 senesinde yaşanan gelişmelere bakarsak, Arap Baharı’nın diğer ülkelere kıyasla Libya’da farklı bir biçimde yaşandığını görmekteyiz. Libya’da Tunus ve Mısır’dan farklı olarak çok yoğun iç çatışmalar yaşanmış ve bu kanlı çatışmalar da istikrarsızlığı beslemiştir. Türkiye Libya’nın kendine has dinamiklerini göz önünde bulundurarak Libya için farklı bir dış politika anlayışı geliştirmek durumunda kalmıştır.Bu durum maalesef Türkiye’nin Arap baharı sürecinde istikrarlı ve ilkesel bir tutum izlemesini de zorlaştırmıştır.
2011 yılı boyunca değişen koşullara paralel olarak Türkiye’nin Libya politikasının da farklılaştığını görmekteyiz. Libya’da Şubat ayında olaylar ve çatışmalar belirgin bir hal almaya başlamıştır. İlk zamanlarda Türkiye’nin önceliği Libya’daki Türk vatandaşlarının can güvenliği ve ülkedeki Türk yatırımları olmuştur. Bu doğrultuda acil üst düzey toplantılar düzenlenmiş, Başbakan Erdoğan bizzat Muammer Kaddafi’yi arayarak bu hususda taleplerini dile getirmiştir. Yine tahliye süreci ile ilgili olarak Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesinde durum izleme masası, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde de kriz masası kurulmuştur. Bu ve benzeri çalışmaların sonucunda Cumhuriyet tarihinin en büyük ve kapsamlı tahliyesi gerçekleştirilmiştir. 577’si yabancı olmak üzere 17.734 kişinin tahliye edildiği süreç çok kısa bir süre içinde tamamlanmıştır. 28 Şubat günü bizzat Davutoğlu Trablus ve Bingazi havaalanında tahliye edilecek Türk vatandaşının kalmadığını belirtmiştir. Olayların ilk aylarında Türklerin güvenliğine odaklanan Türkiye tedirgin ve kısmen de edilgen bir tutum benimsemek zorunda kalmıştır.
Türkiye’nin Libya politikasında Kısmi Edilgenlik dönemi
Libya’da bulunan Türk vatandaşlarının tahliye sürecinin başarılı bir şekilde tamamlanmasından sonra Türkiye’nin Libya politikasının ikinci aşamasına geçildiğini söyleyebiliriz. Bu ikinci aşamada Türkiye’nin önceliği Libya’da istikrarın yeniden tesis edilmesi olmuştur. Ancak Türkiye bu sürecin barışçıl yollarla ilerletilmesi ve Libya halkının yaşanan gelişmelerden olumsuz etkilenmemesi noktasında net bir duruş sergilemiştir. Türkiye bu duruşuyla paralel olarak Libya’da istikrar için askeri müdahale seçeneğine karşı bir duruş sergilemiştir. Çünkü Irak ve Afganistan’da yapılan hataların burada da tekrarlanması ve Libya’nın toprak bütünlüğünün tehdit altına girmesi gibi konularda endişe duymuştur.
Türkiye ülkeye istikrar ve huzur getirmek amacıyla yapılacak bir askeri müdahalenin ölümcül sonuçlar doğurabileceğini düşünmüştür. Müdahale yerine öncelikli olarak tüm diplomatik yolların denenmesi gerektiğini savunmuştur. Türkiye olası bir müdahalenin halkı devrime yabancılaştırabileceği, bir başka deyişle halkın devrimi sahiplenme duygusunu azaltabileceği konusunda endişe duymuştur. Çünkü Türkiye Arap Baharının etkili olduğu ülkelerde sürecin doğal gidişatına bırakılması gerektiği ve bu süreçte asıl aktörlerin bizzat halkların kendisi olması gerektiğini savunmuştur.
Türkiye Libya politikasının ikinci aşaması olarak nitelendirebileceğimiz bu dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1970 ve 1973 sayılı kararlara destek vermiştir. Çünkü bu karar Türkiye’nin Libya’da derhal ateşkes ilan edilmesi ve sivil halka karşı güç kullanımının  durdurulması yönündeki kararlılığına dayanak oluşturmuştur.  Bu noktada Türkiye’nin takip ettiği Libya politikasında can kayıplarının önlenmesinin birincil hedef olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Libya’ya yönelik tutumunda değişiklik
Türkiye Libya’ya yönelik 2011 yılının başlarında takip ettiği politikada istediği sonucu alamamış ve değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. Türkiye Libya’da sürdürülebilir bir ateşkes sağlanması ve askeri operasyonun engellenmesi yönündeki hedeflerini gerçekleştirememiştir. Türkiye müdahale gerçekleşene kadar geçen sürede Libya’da hiçbir tarafı doğrudan destekleme yoluna gitmemiştir. Müdahale ile birlikte Kaddafi rejiminin geleceği büyük ölçüde belli olmuştur. Bu sebeple Türkiye arabuluculuk faaliyetleri ile Libya’daki tüm tarafları siyasi diyaloğa davet etme şeklindeki tutumunda değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır.
Türkiye’nin yeni yaklaşımını belirleyen unsurlardan biri doğrudan operasyonlara katılmama yönündeki kararlılığıdır. Buna ek olarak bu dönemde Türkiye, Fransa’nın Libya’daki çıkarları doğrultusunda askeri operasyonda liderlik rolü üstlenme girişimlerine karşı çıkmış,  askeri harekatın NATO kontrolünde yürütülmesi için gayret göstermiştir. Harekatın kapsamı ve sivil kayıplar konusunda Ankara’ya bir takım garantiler verilmesi üzerine Türkiye Libya’ya yönelik operasyonun NATO komutasına geçmesine onay vermiştir. Operasyonun resmileşmesinin ardından ise Türkiye Kaddafi’ye çekilmesi için farklı vesilelerle mesajlar iletmiştir.
Türkiye’nin Libya’da yaşanan kriz ile ilgili açıkladığı üç maddelik yol haritası:
Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı üç maddelik yol haritası da yukarıda bahsedilen dış politika unsurları ile paralellik göstermektedir.
1)Gerçek ve sürdürülebilir bir ateşkesin sağlanması
2)İnsani  yardımı mümkün kılabilecek güvenli bölgelerin oluşturulması
3) Libya halkının talepleri doğrultusunda barışçıl yollarla elde edilebilecek bir siyasi değişikliğin mutlaka yapılması ve Kaddafi rejiminin bu değişikliklere  engel olmaktan vazgeçmesi.
Türkiye’nin Libya’da kısmi edilgenlikten aktif bir tutuma geçişi:
NATO’nun devam eden operasyonlarına rağmen Kaddafi yönetimin direnmeye devam etmesi ve buna bağlı olarak artan can kaybı ve maddi kayıplar, Türkiye’yi daha net bir çizgi takip etmek zorunda bırakmıştır. Bu noktadan sonra artık Türkiye rejim değişikliği seçeneğinin destekleyicisi haline gelmiştir. Libya liderinin hemen görevden çekilerek değişime müsaade etmesi ve Libya’nın alt yapısının daha fazla tahrip edilmemesi Türkiye’nin Libya’ya yönelik talepleri haline gelmiştir. Bu tutumuna paralel olarak rejime karşı savaşan silahlı muhalif gruplar da desteklenmiştir. Türkiye, ülkede çatışmaların sona ermesi ve istikrarın sağlanması için alınan önlem mekanizmalarına doğrudan katılım sağlamış ve Libya’ya yönelik geliştirilen politikaların tartışıldığı uluslararası platformlardaki etkinliğini artırmıştır. Kaddafi rejimi  doğal olarak Türkiye’nin bu yeni tavrını tepki ile karşılamıştır. Aynı zamanda ülkedeki silahlı muhalif gruplar da Türkiye’nin tutumunu yetersiz görerek, Türkiye’yi protesto etmişlerdir.
Türkiye’nin Libya’daki öncü rolü ve artan aktivizmi çerçevesinde sözü edilmesi gereken bir diğer husus da Libya Temas grubu toplantılarıdır. Bu toplantılar aracılığı ile Türkiye Libya’daki soruna çözüm bulunması doğrultusunda önemli katkılarda bulunmuştur. Bu grup Libya krizini çözme adına uluslararası toplumda yapılan çalışmaların koordinasyonunu sağlamak, Libya’daki farklı taraflarla temasa geçebilmek için ortak bir platform oluşturmak ve Libya halkına bu hassas geçiş sürecinde destek olmak gibi amaçlarla 29 Mart 2011 tarihinde gerçekleştirilen  Londra Konferansı’nın sonunda kurulmuştur. Libya temas grubu farklı ülkelerde üst düzey katılımcıların katılımı ile toplamda 5 adet toplantı gerçekleştirmiştir. Bu toplantıların ikisi İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Toplantılarda etkin bir rol oynayan Türkiye sunduğu son derece somut yol haritaları ile uluslararası toplumun desteğini arkasına almayı da başarmıştır.
Türkiye’nin Kaddafi rejimini tamamen karşısına aldığı ve muhaliflere açıktan destek sağladığı yeni politikasının doğal sonuçlarından bir tanesi de muhaliflerin tanınması olmuştur. Mayıs ayı sonunda Türkiye Libyalı muhalifleri Libya halkının meşru temsilcisi olarak tanıdığını ilan etmiştir. Türkiye’nin değişen bu tutumu ile birlikte, Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyan muhalif güçler de Türkiye’ye yönelik tutumlarını olumlu yönde değiştirmişlerdir. Türkiye’den gelen desteği kendileri için önemli gören muhalif gruplar memnuniyetlerini çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. Dolayısıyla Libya muhalifleri ve Türkiye arasındaki ilişkiler gelişmeye başlamış ve Türkiye artık Kaddafi sonrası dönemde Libya’da etkin bir aktör olabilmek için atılması gereken adımlara odaklanmaya başlamıştır.
Türkiye Kaddafi sonrası için nasıl bir Libya istedi?
Türkiye Kaddafi rejiminin yıkılmasından sonra demokratik, özgür ve toprak bütünlüğünü korumuş bir Libya istemekteydi. Ayrıca uzlaşının sağlanması ve toplumun tüm unsurlarının sürecin bir parçası haline getirilmesi de Türkiye’nin öncelikleri arasındaydı. Bunlara ek olarak Türkiye Libya’daki dondurulmuş menkul kıymetlerin ve nakitlerin de bir an önce serbest bırakılmasını talep etmiştir. Türkiye Libya’da çatışma sonrasında başlayacak sürece son derece önem vermiş ve bu süreçte aktif bir rol oynamak istemiştir. Bu noktada Fransa’nın Libya’daki rol kapma girişimleri de Türkiye’yi son derece rahatsız etmiştir.
Türkiye’nin Kaddafi sonrası Libya politikası
Türkiye Libya’da Kaddafi dönemi sona erdikten sonra da aktif rolünü devam ettirmiştir. Libya’da yönetim değişikliği ile birlikte Türkiye’nin özellikle vurgu yaptığı hususlardan biri Libya’nın dış güçler arasındaki rekabetin yeni alanı haline gelmemesi olmuştur. Bir başka deyişle Türkiye Libya’nın ulusal kaynaklarının başka ülkeler tarafından sömürülmesi konusunda bir takım endişeler taşımış ve bu endişelerini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir.
Sonuç
Kaddafi sonrası yeni dönemde Türkiye ve yeni yönetim arasında sıcak ilişkiler geliştirilmiş, Türkiye Libya halkının ve siyasi yönetimin desteğini ve sevgisini kazanmayı başarmıştır. Yeni yönetim çatışma sonrası dönemde Türkiye’nin siyasi ve ekonomik desteğine ihtiyaç duyduğunu da açıkça belirtmiştir. Yeni dönemde Libyalı siyasi aktörlerin Türkiye’yi kendilerine model bir ülke olarak seçtiklerini de söylemek mümkündür.
DEĞERLENDİRME
Ben Türkiye’nin 2011 yılı buyunca yürüttüğü Libya politikasını genel olarak başarılı buluyorum. Her ne kadar politikamız istikrarlı olmasa da yıl boyunca ülke içinde değişen şartlara göre izlenen yol haritalarının da değişmesi doğru olandır. Türkiye’nin sırf Arap Baharı sürecinse sürdürdüğü ilkesel tavrını değiştirmeme uğruna Mısır ve Tunus’ta takındığı tavrı Libya için de devam ettirmesi son derece yanlış olurdu. Çünkü Libya’nın iç dinamikleri baharın etkili olduğu diğer ülkelerden son derece farklıydı. Türkiye bu kritik dönemde Libya politikasını çok hassas bir zemin üzerinde yürüttüğü için olabildiğince dikkatli  ve tedbirli davranmaya çalıştı.
Türkiye çatışmaların başında ülkede merkezi otoriteyi hangi tarafın sağlayabileceği konusunda kesin bir karar verememişti. Bu nedenle iç savaşın ilk dönemlerinde tarafını net bir biçimde belli etmemiştir. Bu tutumu Türkiye’ye uzunca bir süre tüm taraflarla temas kurma imkanı tanımıştır. NATO müdahalesinin gerçekleşmesi ile birlikte Kaddafi rejiminin ülkede daha fazla tutunamayacağı görülmüş ve bu sayede Türkiye Libya’nın geleceğine yönelik daha sağlam öngörülerde bulunabilme imkanına sahip olmuştur. Bu dönüm noktasından sonra da Türkiye tutumunu netleştirmiş ve tamamen Libya’daki rejim karşıtı muhalif grupları desteklemeye başlamıştır. Kısacası Türkiye Libya’yı ilgilendiren konularda ani ve duygusal kararlar almaktan kaçınmıştır. 2011 senesinin başlarında tarafını net bir şekilde belli etmediği için Libya’daki farklı gruplardan tepkiler alsa da, zamanla ülkedeki imajını tekrar düzeltebilmiş ve popüleritesini tekrar artırabilmiştir.





     



IRAK’da 2003 İşgali Sonrası Başlayan Devlet İnşası Süreci, Şii İslami Hareketlerin Yükselişe Geçmesi ve Dört Temel Şii İslami Parti

GİRİŞ
2003 senesinde ABD’nin ve Birleşik Krallık’ın önderliğinde oluşturulan Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri’nin Irak’ı işgali üzerine Saddam direnmek yerine kaçarken, Irak ordusu ise teslim olma yoluna gitti. İşgalden sadece iki ay sonra başkan Bush ABD’nin ve müttefiklerinin zaferini ilan etti. Ancak bu zafer heyecanını kısa bir süre yaşayabildiler. Çünkü zafer ilanından sadece birkaç ay sonra ABD’ye yönelik direniş hareketleri baş göstermeye başladı. İşgal sonrası başlayan çatışma ve direnişin ilk dönemleri olarak düşünebileceğimiz 2004 ve 2005 yıllarında ABD kuvvetleri hedef alındı. Bu dönemden sonra ise ABD kuvvetleri büyük oranda üslerine çekildi. Ancak direnişçi gruplar ile ABD işgal kuvvetleri arasındaki çatışma zamanla Irak’taki çeşitli gruplar arasında devam edecek olan kanlı bir iç savaşa dönüştü. Ülkedeki hassas dinamikleri harekete geçirerek ülkeyi bir iç savaşa sürekleyen müttefikler ise belli bir aşamadan sonra ülkede devam etmekte olan iç savaşı sadece izlemekle yetindiler.
İşgalin benim raporumun konusunu da ilgilendiren bir diğer önemli sonucu ise ülkedeki merkezi askeri ve sivil bürokrasiyi yerle bir etmiş olmasıdır. Bir başka deyişle işgal Irak’ı adeta yönetilemez bir ülke konumuna düşürdü. İşgal sonrası Irak ordusu ve polisinin dağıtılması, sosyal hizmetleri halka ulaştırmak için görevli olan sivil bürokrasinin yok edilmesi gibi durumlar Irak’ta büyük bir iktidar boşluğunun ortaya çıkmasına sebep oldu. Oluşan bu güç boşluğu ise ülkede başlayacak kaosun en önemli sebebi olacakdı. İktidar açlığı içinde olan halk bu kaos ortamında belli dönemlerde Saddam iktidarını dahi arar hale gelmişti. Çünkü halkın güvenliği ve insani ihtiyaçları karşılanamaz hale gelmişti. Dolayısı ile ABD’nin bu operasyonun Irak halkına barış, huzur ve özgürlük getireceği iddialarının temelsiz olduğu da anlaşılmış oldu.
ABD ülkedeki iç savaşı sonlandırmak adına çeşitli seçenekler üzerinde durmasına rağmen sonuçta hazırlanan anayasa ile Irak’ın son derece gevşek bir federalizm halinde yönetileceği karara bağlandı. Ortaya çıkan siyasi tabloya baktığımızda ülke içindeki farklı güçlerin siyasi ve coğrafi olarak adil bir temsilden uzak şekilde de facto yönetildiklerini görmekteyiz. Kısacası; ilk başta ABD için bir rejim değişikliği anlamına gelen Irak işgali, sonrasında ABD açısından çok masraflı bir hale geldi ve işgal sonrasında zorlu bir devlet inşası süreci başladı.
Bu devlet inşası sürecinde gerçekleşen gelişmeler ise Irak’ta Şii İslami partilerin yükselişe geçmesi için hukuki, toplumsal ve siyasi açılardan uygun bir altyapı oluşturdu. Dolayısı ile 2003 sonrası dönemde bu partilerin nasıl yükselişe geçtiğini ve bu partilerin yeniden şekillendirilen Irak siyasetinde oynadıkları rolü anlayabilmek için öncelikle bu partilerin yükselişe geçtiği dönemde Irak’da şekillenen siyasi süreci anlamak gerekir.
Bu çalışmada işgal sonrası dönemde Irak siyasetinin nasıl şekillendirildiği ve yeniden yapılandırılan siyasi sistemde Şii İslami partilerin nasıl yükselişe geçtiği ele alınacak, 2003 sonrası dönemde bu partilerin Irak siyasetinde oynadıkları rol karşılaştırmalı bir biçimde izah edilecek ve bu partiler arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerine bir takım çıkarımlar paylaşılacaktır.
1 SETA, Irak Siyasetini Anlama Kılavuzu, 2013, s.13-17, s.17-30, s.57-77, s.149-159
ÖZET:
Irak’ta 2003 işgali sonrası başlayan süreçde Irak’ın her açıdan yeniden inşa edilmeye başlandığını görmekteyiz. Dış güçlerin doğrudan etkisi ile şekillenen bu süreçte Şii hareketlerin yükselişi geçtiğini ve Irak’ta toplumsal, siyasi ve hukuki alanda hakimiyeti ele geçirmeye başladıklarını görmekteyiz. 2003 sonrası dönemde Irak siyasetini büyük oranda şekillendiren ve yönetimde rol almaya başlayan dört temel Şii İslami parti( İslami Dava Partisi, Irak Yüksek İslam Konseyi, Sadr Grubu, İslami Fazilet Partisi) Şii İslami bir gelenekden geliyor ve Saddam rejimi karşıtlığı temelinde birleşiyor olsalar da tek bir çatı altında birleşememiş ve Irak siyasetinde farklı çizgiler takip etmişlerdir.
İşgal sonrası Irak’da Şekillenen Siyasi Süreç
Şii Araplar Irak nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Şii gruplar 1963-2003 döneminde Irak’ta hüküm süren Baas Rejimi tarafından sürekli baskı ve sindirme politikalarına maruz bırakılmışlardır.
Bu baskılar İran İslam Devrimi’nden sonra ise giderek artmaya başlamıştır. Baas partisi döneminde siyasi partilerin etkinlik alanları sınırlandırılmış, bu partiler etkinliklerini yer altında ya da yurt dışında sürdürmek zorunda kalmışlardır. 2003 işgalinden sonra ise devletin siyasi parti oluşumu veya işleyişine dair otoritesi tamamen ortadan kaldırılmış ve her türlü siyasi oluşumun yeni parlamentoda temsili mümkün kılınmıştır. ABD işgali sonrası Irak parlamentosuna 300’den fazla siyasi oluşum girmiştir. 2005’te hazırlanan Irak daimi anayasası ile çok partili bir siyasi hayat öngörülmüştür. Bu süreçte yasaklanan tek parti ise Baas Partisi olmuştur.
2003 yılında gerçekleşen ABD işgali etnik, mezhebi, dini, siyasi ve ekonomik dinamikleri harekete geçirdi. Bu raporun konusunu da ilgilendiren bu kontrolsüz değişimin siyasi hayatta da güçlü yansımaları oldu. 2005 sonrası Irak’ta başlayıp günümüze değin devam eden siyasi süreç büyük oranda etnik-mezhepsel dinamikler üzerinden şekillenmiştir. 2005’ten sonra Irak parlamentosuna giren partilerin ve siyasetçilerin genelde etnik ve mezhepsel hassasiyetler ve aidiyetler üzerinden politikalar ürettiklerini görmekteyiz. Bu durum Irak’ın her yönden yeniden inşa edilmesi için başlatılan hassas sürecin önündeki en büyük engel haline gelecek ve bu yöndeki çalışmaları zorlaştıracaktır. Maalesef Irak’ta işleyen bu süreç sağlıklı bir şekilde sürdürülemeyecek ve Irak şiddet, kaos ve istikrarsızlıkla uzunca süre bocalayacağı kısır bir döngünün içine girecektir.
Bugün Irak’ın sürekli bir istikrara kavuşamasının önündeki en büyük engel siyasi aktörlerin etnik-mezhebi farklılıklara yaslanarak siyaset yapmalarıdır. Iraklı siyasetçiler maalesef kendi kimlik ve aidiyetlerini aşarak, bir ‘’Iraklı’’ üst kimlik oluşturma olgunluğuna erişememişlerdir. Ancak ben siyasilerin bu tutumlarını tamamen tabanlarından gelen talepler ve izlenimler doğrultusunda şekillendirdiklerini düşünmüyorum.
2Çetinsaya, Gökhan, Özhan, Taha, İşgalin Altıncı Yılında Irak, 2009, s.12-84

Bence yaşanan şiddet sarmalının halklar arasında da etnik-sekter kimlikleri belirginleştirmesine rağmen şiddetten ve kaostan usanmış Irak halkının önemli bir kısmı artık etnik ve mezhebi ayrılıklar üzerinden siyaset yapılmasının Irak’ın geleceği için ne denli tehlikeli olduğunun farkında.Halkın büyük bir kısmı uzlaşıdan yana yeni bir siyasi dil kullanılmasını istemekte. 2010 seçimleri bu argüman için çok sağlam bir kanıt niteliğindedir. 2010 seçimlerinde etnik-mezhebi şablonu bir nebze aşma ihtimali olan hareketi Iraklılar seçimlerden birinci çıkarmışlardır. Bence ülkede keskin bir şekilde ortaya çıkıp, devam eden etnik-mezhepsel ayrışma sadece Irak’ın kendi iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı bir sonuç değildir. 2003 işgali ile başlayan Irak’ın yeniden inşası sürecinde Irak sürekli olarak bölgesel ve küresel güçlerin müdahalesine maruz kalmıştır. Dış güçler Irak’ta kendi çıkarlarına hizmet edecek yeni bir düzenin inşası için kendi aralarında zorlu bir rekabet içine girmişlerdir. Şüphesiz bugün Irak’ta devam etmekte olan savaşın en önemli taraflarından biri de İran’dır. İran, Irak toplumu ve siyaseti üzerindeki etkisini Irak’daki çeşitli şii islami hareketler, yapılar ve oluşumlar üzerinden devam ettirmektedir. Bu etkinin zaman zaman dönemsel şartlara bağlı olarak artıp azaldığını görmekteyiz. 2003 sonrası dönem ise Irak’ta Şii islami hareketlerin ve İran etkisinin gözle görülür biçimde arttığı bir dönemdir. Bölgesel ve küresel bazı aktörler ise Irak’ta artan İran nüfuzundan rahatsız olmuşlardır.
İran’ın Irak’taki emellerine mani olmak için bu ülkeler de kendi çıkarları doğrultusunda Irak’taki istikrarsızlık ortamını derinleştirip, devam ettirecek politikalar takip etmekten kaçınmamışlardır. Kısacası; bölge dinamikleri ve bölgedeki rekabet ilişkileri Irak içindeki yeniden yapılanma süreci üzerinde doğrudan etkiye sahip olmuştur ve olmaktadır.
2005 yılının Ocak ve Aralık aylarında Irak’ta yapılan seçimler ve Ekim ayında yapılan referandum, Irak’ta uzun zamandan beri ilk defa demokratik ortamda gerçekleşmiş olmaları bakımından oldukça önemlidir. Bu seçimler sonucunda Şii Araplar oy çoğunluğunu sağlayarak ülke siyasetine damgasını vurmuşlardır. Bakıldığında bu seçim sonuçlarının Irak’ın etnik ve sekter yapısını yansıttığı söylenebilir. Bu seçimler sonrasında ortaya çıkan yeni dengeler, Irak siyasetinin gelecekte nereye evrileceğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Gerçekleşen iki seçimin ve bir referandumun sonuçlarına ve sonrasında yaşanan gelişmelere bakarak, artık etnik-sekter siyasetten geriye dönüşün neredeyse imkânsız hale geldiği söylenebilir. Halkın artık bir üst kimlik olan ‘Iraklı’ kimliği altında buluşamayacağı belli olmuştur. Yeni anayasada öngörülen federal sistem de etnik-sekter siyaset çizgisini daha da sağlamlaştırmıştır. Çünkü mevcut anayasal ve federal sistem gerçek gücü bölgelerde toplamaktadır. Bu durum zaman içinde merkezi daha da zayıflatarak, mevcut etnik-sekter ayrışmanın artmasına yol açacaktır. Irak siyasetinde işgal sonrası dönemde etnik-sekter kimliklerin ön plana çıkmasında ve derinleşmesinde,

3Katzman, Kenneth, Iraq:Politics, Elections, and Benchmarks, December, 2009, s.1-11


1)      Saddam döneminde sürgün edilen Şii politikacıların işgal sonrası dönemde ülkeye geri dönmeleri ve Irak siyasetindeki ağırlıklarının artması,
2)      Ülkede süregelen şiddet ve kaos,
3)      Saddam rejimi süresince uygulanan baskıcı politikalar sonucu derinleşen etnik-sekter ayrılıkların yansımalarının işgal sonrası dönemde de görülmesi,
4)      ABD’li yetkililerin işgalin ilk zamanlarından itibaren siyasi pozisyonları etnik-sekter bir çizgide dağıtmaları.
5)      Güvenlik güçlerindeki Şii Arap ve Kürtlerin Sünni Araplara karşı kullanılması
gibi faktörler etkili olmuştur.
Irak’ta zamanla her şeye rağmen işgalden hemen sonraki yıllarla kıyaslandığında farklı kesimlerin iktidar paylaşımı ve uzlaşma temayüllerinin arttığını görmekteyiz. Bu durum, farklı etnik-sekter grupların kendi tercihleriyle de ilgili olmakla beraber, büyük ölçüde Amerika’nın taraflar üzerindeki baskısı ve arabuluculuğundan kaynaklanmaktadır. ABD özellikle 2005 Sonbaharından başlayarak, güvenlik sorununu çözme, ülkede istikrarı sağlama ve barışı tesis etme adına etnik-sekter taraflar arasında siyasi bir uzlaşı tesis etme yoluna gitmiştir.
Bu doğrultuda;
1)Sünnilerin Aralık 2005 seçimlerine katılımının teşviki,
2) Seçimler sonrası oluşan yeni siyasi sürece entegrasyonlarının sağlanması
3) Takip eden süreçte Sünnilerin de ortak olduğu bir koalisyon hükümetinin kurulması,
4) ABD yönetiminin Maliki Hükumeti için 18 kadar ölçüt belirlemesi. (Anayasada Sünnilerin istediği doğrultuda çeşitli değişikliklerin yapılması, Baassızlaştırma yasasının gözden geçirilmesi ve Petrol yasası bu ölçütlerde değinilen hususlardan bazılarıdır.)
5) ABD yukarıda sayılan ölçütlerin siyasi uzlaşmayı kolaylaştıracağını düşünmüş ve Irak’a yaptığı mali yardımın sürdürülmesini de bu ölçütlerin yerine getirilmesi şartına bağlamıştır.
6) 2008 Ocak ve Şubat aylarında Cezaevlerindeki tutuklulara ve işlerinden çıkarılan eski Baas mensuplarına yönelik iki yasanın kabul edilmesi,
7) Irak’ta barış, uzlaşma ve istikrara katkıda bulunacağı düşünülen yeni bir mahalli idareler yasasının çıkarılması gibi adımlar atılmıştır.
 Bu politikaların sonucu olarak Sünni Araplar siyasi sisteme kısmen entegre edilebilmişler ve bazı radikal gruplar dışında silahlarını bırakmışlardır. Yani Şii-Sünni iktidar mücadelesinin şiddeti azalmıştır. Ancak bu mücadelenin tekrar şiddetlenerek bir iç savaşa dönüşmesi de muhtemeldir. Çünkü bu iç savaşı tetikleyecek çoğu dinamik hala varlığını sürdürmektedir.


İşgal sonrası Irak’da İslamcı hareketlerin Yükselmesi
Irak’ta işgalle birlikte başlayan süreçte siyasi bir güç olarak İslamcılığın etkisinin arttığını görmekteyiz. Bu süreçte yaşanan siyasal gelişmeler ve seçmenlerin oy verme davranışları incelendiğinde bu sonuca varmak mümkündür. Bu siyasi İslamcı anlayış mezhep ayrımı olmaksızın hem Sünni hem de Şiiler arasında hakim olmuş ve günümüzde de olmaktadır.
İşgal Sonrası Dönemde Şii İslami Hareketlerin Irak Siyasetinde Ağırlığının Artması
2003 yılında ABD’nin Irak işgali ile birlikte Şiî toplumun Baas yönetimi karşısında sürdürdüğü muhalefet ve yönetimin Şiilere yönelik uyguladığı baskı sona ermiş oldu.  Bu işgal, özellikle Irak’ta Şiî toplumun siyasal serüveni açısından bir dönüm noktası niteliğindeydi. İşgalden sonra Irak’ta başlayan devlet inşası süreci ve bu süreçde yaşanan gelişmeler Irak’da Şii İslami hareketlerin yükselişine temel hazırlamıştır. İşgalden hemen sonra sürgündeki Şii İslami Parti liderlerinin Irak’a geri dönmeye başlaması ile hızlanan yeni süreçte ABD’nin Şii siyasi gruplarla işbirliğine gittiğini görmekteyiz. Çünkü ABD savaş öncesinde sürgündeki liberal ve batıya yakın Şii Arap liderlerle ilişki içindeydi ve savaş sonrası Irak’ta bu grupların etkin olmasını planlamıştı. Ayrıca, Şii siyasi gruplar ABD’nin Irak’ı işgal edip Baas iktidarını devirmesinde önemli rollere sahipti.
ABD’nin yeni süreçte Irak’ta Şii Araplarla işbirliğine gitmesinin bir diğer nedeni de ABD’nin Irak’ta oluşturmayı düşündüğü geçici yönetimde bütün fikirlerin temsilini arzu etmesine rağmen Sünnî kesimin ABD boyunduruğuna razı olmaması ve muhalefet etmesidir. Bu da hiç şüphesiz Şii toplumunu avantajlı hale getirecektir.
Kısacası, Yeni Irak anayasasının öngördüğü federal ve demokratik bir süreçte Irak, Şii Arapların merkezî hükümete ve dış politikaya hâkim olduğu bir ülkeye dönüştü. Yeni Irak’da işgal güçlerinin desteğiyle siyasal ve kültürel yapıda etkinliğini artıran Şii toplum Irak siyasetinde ön plana çıkmaya başladı.
Bu süreçde Sünnîler ise genellikle sistemin dışına itildi. Şii siyasi grupların günümüzde de hala siyasal, kültürel ve ekonomik yapıda bu üstün konumlarını sürdürmekte olduklarını görmekteyiz.
2003 Sonrasında başlayan yeni süreçde Irak Siyasetinde Rol Oynayan Dört Temel Şii İslami Parti ve Bu Partilerin Arasındaki Benzerlik ve Farklılıklar Üzerine Yorumlar
İslami Dava Partisi
Kuruluşu ve Kuruluş Amacı
1950’li ve 60’lı yıllar Irak siyasetinde seküler Arap milliyetçiliği ve sosyalizmin etkilerinin yoğun biçimde hissedildiği yıllardır. Bu dönemde Irak Komünist partisi bilhassa güneydeki Şiiler arasında popüleritesini artırmıştır.
4Akoğlu, Muharrem, Irak’ta Şii Varlığı, 2013, s.404-425
 Bu akımlara muhalif bir hareket olarak ortaya çıkan ve kuruluş aşamasında Hareketi Tağyîriyye veya Hareketi İnkılâbiyye olarak da tanımlanan İslâmî Dava Partisi, 1957 yılında Necef merkezli Şiî ulemanın öncülüğünde kurulmuştur.
Irak’taki en eski organize siyasi Şii hareketi olarak bilinen bu parti, yeni bir siyasi uyanış ve hareket oluşturmayı hedeflemiştir. Çünkü bu hareketin sempatizanları içinde bulundukları dönemde Irak’ta dinin sosyal, siyasi ve düşünsel alandaki etkisinin zayıfladığına inanmaktaydılar. Bu doğrultuda, hareket içindekiler Irak’ta İslam’ın bir dünya görüşü ve ideolojik duruş şeklinde yeniden ihya edilmesini hedeflemiştir.
İdeolojisi, Değerleri ve Temel Amaçları
İDP, benimsediği değerleri özgürlük, eşitlik ve adalet olarak özetlemiştir. Partinin açıkladığı temel amaçlara bakıldığında ise; Irk ve mezhep fark etmeksizin bütün Iraklıların partisi olma ve Toplumsal barış ve eşitliği sağlamak adına İslam’ın özünde olan ılımlılık ve ilerleme hedefleri özellikle ilgi çekmektedir.
Hareketin ve partinin önde gelen liderlerinden biri olan Şii din adamı Muhammed Bakır el-Sadr  hareketin temellerini atan kişidir. Geniş kesimlerce bir felsefeci ve siyasi düşünür olarak da kabul edilmektedir. Hareket Muhammed Bakır el-Sadr’ın öncülüğünde komünistlere rakip yeni bir İslamcı söylem olarak ortaya çıkmıştır.
Kurucularının büyük çoğunluğu din adamlarından oluşan İDP , İslami bir pencereden bakarak modern dünyayı kavramaya çalışmış ve modern ideolojilerin gündeme getirdiği sorunlara yine İslami çerçevede cevaplar aramaya çalışmıştır. Bu hareket komünizm karşıtı bir hareket olarak ortaya çıksa da ideolojisi Marksist teorilerden de etkilenmiş ve ortaya attığı yeni İslamcı söyleme Marksist teorinin bazı temaları da dahil edilmiştir.
Bunun yanında, hareketin ümmetin velayeti’ yani halkın yönetimi anlayışına dayalı bir  siyasi ideolojiyi benimsediğini görmekteyiz. Muhammed Bakır el-Sadr hareketin bu siyasi ideolojisine yön veren kişi olmuştur.
Kuruluşundan Bu Yana Benimsediği Siyasal Tutum ve Irak Siyasetindeki Yeri
İDP kuruluşunun ilk dönemlerinde kamuoyuna yönelik yaptığı açıklama, bildiri, yayınlar ve düzenlediği kampanyalar aracılığı ile Irak siyasetinde oldukça faal bir tutum benimsemiştir. Irak’ta o dönemdeki mevcut şartların İDP’nin aktif siyasetinin önünü açtığını söylemek mümkündür. O dönemde 1958 darbesi ile iktidara gelen Devlet Başkanı General Kasım’ın geniş bir toplumsal meşruiyet arayışı içine girdiğini görmekteyiz. Bu arayış doğrultusunda ülkedeki çeşitli etnik, dini ve siyasi gruplarla diyalog içinde olmaya önem göstermiş ve farklı siyasi yapılanmaları birbirlerine karşı dengeleme şeklinde bir strateji içinde olmuştur. Bu durum da İDP’nin faaliyetlerinin önünü açmış ve partinin Irak siyasetindeki ağırlığını artırmıştır.
5A History of Iraq’s Islamic Dawa Party, Interview With Lowy Inst. for Intl. Policy's Dr. Rodger Shanahan, Ağustos 2012
İDP’nin Irak siyaseti için önemli olan 1963 darbesine yönelik tutumuna bakacak olursak; partinin  Kasım’a karşı yapılan bu darbeyi desteklediğini ve Komünistler’e cephe açan yeni Abdüsselam Arif rejimine de destek verdiğini görmekteyiz. Çünkü General Kasım Nasırcı Pan-Arabistler ve Baasçılara karşı denge unsuru olarak Komünistler ile iyi ilişkiler geliştirme yoluna gitmiştir. Bu da İDP’nin General Kasım’a tepki duymasına yol açmıştır. 1963 darbesinden sonra başlayan yeni dönemde de iktidarın Şii oluşumların faaliyetlerine müdahil olmamayı tercih etmesi İDP’nin işini kolaylaştıracaktır.
1970’li yıllara bakıldığında; Irak’ta Baas iktidarının Şiî âlimler üzerinde ciddi baskılar kurduğunu görmekteyiz. Bu sebeple İDP de Baas Partisi’ne karşı şiddet içerikli tepkisel kitle eylemleri sergilemeye başladı. Bunun üzerine partinin lider kanadı için 1974 yılında Irak Devrim Mahkemesi idam kararı çıkarmıştır. Bu idamlar partide önemli kayıplara sebep olmuştur. Irak Devrim Mahkemesi partinin bütün üye ve sempatizanlarını kapsayan daha geniş çaplı bir idam kararını ise 31 Mart 1980 tarihinde açıklamıştır. Bu karar kapsamında idam edilenlerin içinde partinin ruhani lideri Muhammed Bakır Es-Sadr ve kız kardeşi de vardır. İdam kararlarının nedenine bakacak olursak; İDP 1979 İran Devrimi’ne yönelik bir kutlama mesajı yayınlamış takip eden süreçde de İranlı Şiîlerin gerçekleştirdiği devrimden cesaret alarak Baas iktidarına karşı muhalefetini oldukça açık bir şekilde ortaya koymaya başlamıştır. Bardağı taşıran son damla ise İDP’nin 1980 yılında Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz’e düzenlediği suikast girişimi olmuştur. 1980 yılında alınan idam kararları ile İslâmî Dava Partisi mensupları açısından idam, sürgün ve işkence dönemi de başlamış oldu.
İran’a sınır dışı edilen 30.000’in üzerinde Şii olması olayın vehametini gözler önüne süren somut bir veri olmuştur. Devrim Yürütme Konseyi’nin çıkarttığı bir kararla ise İslâmî Dava Partisi’ne üyeliği tespit edilen kişilerin idama çarptırılacağı karara bağlanmıştır.
İDP’nin Kuruluşu Ardından Gerçekleşen Tarihsel Süreci İçerisinde Geçirdiği Dönüşümler
İstikrarsızlıklarla dolu Irak siyasetinde İDP’nin de Irak’daki bazı önemli gelişmelere paralel olarak ciddi dönüşümler geçirmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu keskin dönüşümlere İDP’nin 1970’li yılların ortasında reformist bir örgütten devrimci bir harekete evrilmesi ve Kuveyt ve Lübnan gibi ülkelerde Amerikan hedeflerine saldırılarda bulunması örnek olarak gösterilebilir. İran ile yakınlığı: 1980’li yılların sonlarına doğru İran otoritesinden uzaklaşarak ABD ve İngiltere’ye yakınlaşması, bu tutumuna paralel olarak Irak Savaşı öncesi ABD ile görüşmeler gerçekleştirmesi de yine geçirdiği en temel dönüşümlerden biridir. Bir diğer örnek ise; önceki zamanlarda daha çok etnik-sekter ayrımlar üzerinden politikalar geliştiren İDP’nin Saddam sonrası dönemde ülke bütünlüğünü sağlamak amacıyla merkeziyetçi, birleştirici ve milliyetçi bir yapı ortaya koymasıdır. Yöntemi: Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelerde etki alanını genişletmeye çalışan İDP teşkilatlanmasını gizlilik esası üzerine oturtmuştur. Bazı araştırmacılar özelde İDP’nin genelde modern Şii siyasi hareketlerinin siyasi teşkilatlanma ve seferberlik stratejilerinin Komünist siyasi hareketlerden esinlenmiş olduğunu iddia etmektedirler.
6Iraq: Description of the Islamic Dawa Party since the fall of Saddam Hussein, Birleşmiş Milletler, 1 Nisan, 2004, http://www.unhcr.org/refworld/country,,IRBC,,IRQ,,41501c2215,0.html
Lobicilik faaliyetleri: İdam cezalarından sonra Dava Partisi’nin liderleri ve pek çok mensubu İran ve Suriye başta olmak üzere çeşitli ülkelere kaçmışlardır. 1980’lerin sonunda ve 90’ların başında ise parti üyeleri Avrupa ve Amerika’ya yerleşmişler ve çalışmalarını bu ülkelerde sürdürmüşlerdir. 1990’lar boyunca parti yine Irak’taki Baas Rejimi baskısı dolayısı ile siyasi faaliyetlerini sürdürememiş, İran ve Londra olmak üzere iki merkezden yönetilmiştir. İDP bu dönemlerde sürgündeki diğer muhalif gruplarla işbirliği içinde  ortak çalışmalar da yürütmüştür. İslâmî Dava Partisi Irak’taki diğer Şiî gruplar gibi özel bir ordu kurmak şeklinde askerî faaliyete yönelmemiş ve meşru çerçevede kalarak siyaset alanında etkin olmaya gayret etmiştir. Bu yöndeki gayretleri boşa gitmemiş ve iktidara ulaşmayı başarmıştır.
2003 İşgaline Yönelik Tutumu
Bakıldığında 2003 işgalinin bu partinin lehine sonuçlar ortaya çıkardığını söylemek mümkündür. Çünkü bu işgalle parti Irak’ta iktidara ortak olmaya başlamıştır. Ancak yine de parti işgali resmi olarak desteklememiş ve Baas rejiminin dış müdahale olmadan iç dinamikler ile yıkılması gerektiğinin üzerinde durmuştur. Bu tutumunun sebebini ılımlı bir tutum sergilemek istemesi ve İran çekincesi ile açıklanabileceğini söyleyebiliriz. Ancak İDP bu süreçde bir denge siyaseti izlemiş ve destekçilerini de ABD’ye karşı kışkırtma yoluna gitmemiştir.
Parti İçi Ayrışmalar:
Merkezi otorite tarafından uygulanan baskı neticesinde parti lider ve mensupları farklı ülkelere kaçıp oralara yerleştiler. İran, Suriye ve İngiltere gibi ülkelere gerçekleşen ilticalar neticesinde partinin Tahran, Şam ve Londra merkezleri açıldı. Yani partinin tek bir merkezden yönetilmesi zorlaştı ve merkezler birbirinden bağımsız hareket etmeye başladı. Bu durum da parti içi ayrışmaları beraberinde getirdi.
2003 ABD işgali de, Şiî muhalefet açısından önemli kırılmaları beraberinde getirmiştir. İşgalin ardından İslâmî Dava Partisi liderlerinin Irak’a geri dönmeye başlamasına rağmen, teşkilat, Arap ülkelerindeki faaliyetlerini sürdürmeye de devam etmiştir. Bu kritik dönemde parti mensuplarının kendi aralarında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bazı gruplar, İslâmî bir sistem isterken, bazıları demokrasiyi önceledi. Bu kararsızlığın ortaya çıkmasında Şiilerin iktidar bilgisizliğinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.
IRAK YÜKSEK İSLAM KONSEYİ
Kuruluşu , Kuruluş Amacı ve İran ile Bağlantısı:
IİYK İran-Irak Savaşının devam ettiği dönemde , 17 Kasım 1982’de, Irak’da parçalı ve dağınık bir yapıda olan Baas rejimine muhalif grupları toparlayıcı ve birleştirici bir çatı örgüt olarak 1980’den beri sürgünde yaşayan Ayetullah Muhammed Bakır El Hekim tarafından kurulmuştur. İran, bu ülkede sürgünde yaşayan Iraklı Şii Arapların Konsey’e katılımlarını teşvik etmiş ve Konsey böylece faaliyete geçmiştir. Bakıldığında Konsey’in ilk kadrolarını, Irak-İran savaşında esir alınan Iraklı Şii askerlerin kurduğu Bedir Tugayları olarak bilinen etkili bir milis gücün oluşturduğunu görmekteyiz. Bu yapının İran desteği ve yönlendirmesi ile kurulduğu, dolayısı ile İran’ın Irak’taki amaçlarına hizmet ettiği bilinmektedir. Zaten teşkilatın kurulduğu dönemdeki adının Irak İslâm Devrimi Yüksek Konseyi olması da İran’la arasındaki doğrudan bağı çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Teşkilatın liderliğini İran kökenli Necef’li meşhur hukukçu Mahmud el-Hâşimî üstlenmişken, İran lideri Humeynî’nin talebi doğrultusunda Muhammed Bâkır el-Hakîm de konsey başkanlığına getirilmiştir.
İdeolojisi ve Temel Çizgisi:
Konsey, Iraklı Necef Şiî âlimlerinden farklı bir çizgi ortaya koymuştur. Konsey ortaya çıkışının ilk günlerinden itibaren, siyasî ve teorik olarak derin bir şekilde İran’ın etkisi altında kalmıştır. Humeynî’nin 1970 yılında kaleme aldığı Velâyet-i Fakîh Yâ Hükûmet-i İslamî adlı eser çerçevesinde öne sürülüp, savunulan yönetim tarzı Konsey tarafından da benimsenmiştir. Konsey’in benimsediği Velayet’i Fakih yönetim anlayışına göre devlet ve toplumu, İslâm şeriatını uygulayacak dinî bir liderin yönetmesi gerekir. Bir başka deyişle devletin İslami kurallara uygun olarak İslam âlimlerinin/fakihlerin liderliği altında yönetilmesi gerekmektedir.
Yöntemi:
-Konsey başlangıçta Irak coğrafyasında etkili olan farklı grup ve etnik unsurlara parti yönetiminde temsil edilme hakkı tanıdı. Ayetullah Muhammed Bâkır el-Hakîm: “Biz Müslümanlar birlikte yaşamalıyız. Toplumumuz için güvenliği inşa etmeliyiz. Irak ulusunu, Irak halkını, Müslümanları, Hristiyanları ve bütün azınlıkları temsil eden demokratik bir hükümet istiyoruz”*sözleri ile benimseyip, hedeflediği siyasî paradigmasını dile getirdi. İslami Dava Partisi, ilk başlarda çeşitli parti ve oluşumları çatısı altında buluşturan bir şemsiye organizasyon niteliği taşımaktaydı. Ancak Konsey İran-Irak Savaşı sonrası dönemde, ilk dönemlerde benimsediği kapsayıcı, birleştirici söylem ve çizgisinden saparak, el-Hakîm ailesinin etkinliğinde bir örgüt olmanın ötesine geçemedi.
-Konsey’in Irak’da Şii nüfus arasında örgütlenme çalışmaları Saddam rejiminin devrilmesi ile birlikte  müthiş bir ivme kazandı. Bu süreçte halkın sempatisini kazanmak için farklı yöntemler de benimsedi. Konsey,  savaşın beraberinde getirdiği tahribatın ortadan kaldırılması adına halka bir takım  sosyal ve insanî yardımlar sağladı.
Irak işgaline kadar Irak İslam Yüksek Konseyi’nin Bedir Örgütü adında bir de askeri kanadı  vardı. Bu örgüt 1982 yılında militer bir yapıda kurulmuştur. Örgüt, Irak işgali sonrası ülkeye girmiş ve askeri faaliyetlerini sonlandırmıştır. Ancak IYİK’in işgal sonrası başlayan sürece kadar böyle bir askeri kanada sahip olması ve bu yapılanma ile hareket etmesi, kurulduğu tarihten itibaren takip ettiği yöntemin tamamen meşru çerçevede kalmadığını ve askeri güce dayalı bir takım yöntemlere de başvurduğunu göstermektedir.
7Fuller, Graham, Islamist Politics in Iraq after Saddam Hussein, August 2003, s.5.


Siyasal Tutumu ve 2002’den Bu Yana Geçirdiği Siyasal Süreç :
Konsey İran’a yönelik siyasî ve fikrî bir yakınlık içinde olsa da, realist bir tutum benimseyip, reel-politiğin gereklerine uymuştur. Bu çerçevede Konsey, dönemin hegemon gücü ABD ile de temaslarını sürdürmüştür. Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde iyi bir konum elde etmeye gayret eden Konsey, bu amacı doğrultusunda Körfez Kriziyle başlayan işgal süresince ABD ile ciddi sorunlar yaşamaktan kaçındı. Ağustos 2002’de Muhammed Bâkır’ın kardeşi Abdülaziz el-Hakîm’in gerçekleştirdiği ABD ziyareti ve bu ziyaret sonrasında ABD yönetimine yönelik oldukça olumlu mesajlar vermesi Konsey’in ABD’ye yönelik takındığı olumlu tutumu göstermektedir.
ABD’nin işgal öncesinde, Irak işgali esnasında kendisine destek olacak, en azından karşısında durup kendisine muhalefet etmeyecek gruplarla çeşitli bağlantılar geliştirme şeklinde bir strateji takip ettiğini görmekteyiz. Bu gruplar arasında Konsey de vardır. Dolayısı ile Konsey’in ABD ile olan ilişkileri işgalin öncesine dayanmaktadır. Takip ettiği bu denge siyaseti süresince Konsey, İran ile ilişkilerini Muhammed Bâkır el-Hakîm aracılığıyla yürütürken, ABD ile ilişkilerini ise Abdülaziz el-Hakîm vasıtasıyla yürütmüştür. Ayetullah Muhammed Bâkır el-Hakîm başta olmak üzere İran’da bulunan konsey yöneticileri, Mart 2003’te Irak işgalinin sonucu olarak Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle Mayıs ayında Irak’a geri döndü. Dönüş ile başlayan süreçde Konsey ABD’ye karşı net bir tavır sergileyemediği için halk tarafından sorgulamaya tabi tutulmuş, tepki ile karşılanmış ve eleştirilmiştir. Ayetullah Muhammed Bâkır el-Hakîm’in ,29 Ağustos 2003’te kıldırdığı cuma namazı sonrasında İmam Ali Camiî yakınlarında meydana gelen büyük bir patlamada hayatını kaybetmesini de bu tepkinin bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Muhammed Bakır’ın patlamada hayatını kaybetmesi üzerine konsey’in başına kardeşi Abdülaziz el-Hakîm getirildi. Konsey Abdülaziz el-Hakîm’in başkanlığı süresince de yine ABD ve İran arasında bir denge siyaseti sürdürmeye devam etti. Yine bu süreçte Konsey gücünü de kayda değer bir biçimde artırdı.  2007’de Konsey devrim şartlarının ortadan kalktığı gerçeğinden hareketle, ki bu sene içinde Konsey’in isminden ‘Devrim’ kelimesi de çıkarılacaktır, ABD ile yakın ilişkiler sürdürmesi ile paralel düşünülebilecek bir şekilde gündemine demokrasi ve seçimler gibi olguları dâhil etti. 2009 yılında Abdülaziz el-Hakîm’in hayatını kaybetmesiyle de yerine Şura Konseyi tarafından seçilen, İran’ın da destek ve onayını alan oğlu Ammar el-Hakîm geçti.
IYİK’ın siyasetinde Ammar El Hekim’in başkanlığı ile birlikte ortaya çıkan birtakım değişiklikler:
Bu dönemde partinin geçirdiği en temel değişiklik; partinin federalist anlayışını değiştirerek merkeziyetçi anlayışa kayışı ile gerçekleşmiştir. Bu temel değişimle paralel olarak partinin iki önemli konuya yönelik benimsediği tutumlarda da değişiklikler olmuştur. Birinci değişiklik; partinin Kürtler ve Kerkük konusunda takındığı tutumdur. Daha önce  Kürt Federasyonu’na katılması desteklenen Kerkük, Ammar El Hekim’in başkanlığı ile birlikte bütün Irak’a ve Iraklılara ait olarak düşünülmeye başlanmıştır.
8https://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_Supreme_Council_of_Iraq
Bu değişimin Kerkük’te yaşayan Arap ve Türkmenlerin oylarını almayı hedeflediği yorumları yapılsa da bu değişimin temelindekineden  partinin federalist anlayışında meydana gelen değişimdir. İkinci değişim ise partinin İran’la olan bağına ile ilgilidir. Ammar El Hekim’in başkanlığı süresince İran ve partideki Şiilik etkisinin azaltılmaya çalışıldığı yönünde görüşler bulunmaktadır. Ammar El Hakim’in ‘Irak, Arap ve İslam dünyasının bir parçasıdır’ ifadesi bu görüşleri doğrulayan çok temel bir dayanak olarak gözükmektedir. Partinin bu tutum değişiminin temel sebebi olarak yine, indirgemeci bir yaklaşımla, partinin seçimlerde daha geniş bir kitlenin oylarına ulaşmaya çalıştığı yorumları yapılmıştır. Ancak bu değişimi de yine federalizmden merkeziyetçi anlayışa kayışla açıklamak daha mantıklı olacaktır.
SADR GRUBU
Hareket hakkında temel bilgiler:
ABD’nin Irak işgali sonrası dikkat çekmeye başlayan ve en popüler Şiî gruplardan biri olan Sadr Grubu’nun kökleri Iraklı Büyük Ayetullah Muhammed Sadık es Sadr’a dayanmaktadır. Hareket, günümüzde Irak’ın en önemli Şiî-siyasî akımlarından biri konumundadır. Hareketin lideri 1973 doğumlu Mukteda es-Sadr’dır. 2003 ABD işgalinden sonra Mukteda es-Sadr Irak siyasetinde ön plana çıkmaya başlayacaktır. O, babasının 1990’lı yıllarda büyük oranda oluşturduğu toplumsal zemini harekete geçirmeyi başarmıştır. Hareket, büyük oranda Ayetullah Muhammed Sadık es Sadr ‘ın yetiştirdiği ve ona bağlılığını sürdüren genç din adamları, öğrencileri, yardım kuruluşları ve Baas iktidarının çöküşü ardından ortaya çıkan silahlı gruplardan oluşmaktadır.
 Sadr Grubu’nn Saddam’a karşı yütüttüğü mücadele süresince en etkin olduğu bölge, Bağdat’ın Kuzey Doğusunda 2003 yılına kadar Saddam Şehri olarak bilinen, fakat sonradan Sadr Şehri  olarak isimlendirilen semttir. Hareket Basra ve Güney Irak bölgelerinden de destek toplamıştır. Sadr, önemli bir aileye mensup olması, ABD karşıtı söylemleri, İran karşısındaki milliyetçi tavrı, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü öncelemesi gibi özelliklerinden dolayı başta Baas rejimince dışlanmış ve yoksul kesimler olmak üzere halkın önemli bir kısmının desteğini kazanmayı başarmıştır. Sadr Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki legal faaliyetlerini yürüten kanadı ise Hürler Grubu’dur.
Baas iktidarı döneminde Sadr ailesinin yaşadığı sıkıntılı süreç
Saddam Hüseyin’in iktidarı süresince İran taraftarı olma ile suçlanıp, baskı ve şiddete maruz kalan ve  bu sindirme politikalarının hedefinde yer alan Şiî toplulukların başında  Sadr ailesi vardı. Bu aile Necef’te yerleşik bulunmakta  ve Şiî dünyasındaki saygınlığıyla tanınmakta idi. Bakıldığında İDP’nin kurucu ve teorisyenleri ve Irak Şiî toplumunun önde gelen liderlerinin bu aileden çıktığı görülmektedir. Yöntem:Şiî lider Muhammed Sâdık es-Sadr, Baas rejiminin baskısına maruz kalıp başka ülkelere iltica eden Şii düşünceye mensup diğer kimselerden farklı olarak Necef’te kalarak faaliyetlerini sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu durum ve ailenin Irak’taki Şii toplumu için taşıdığı değer onu rejim için doğrudan bir hedef haline getirmiştir. Baas rejimi süresine aileden pek çok kişi çeşitli yöntemlerle öldürülmüştür. 1974 ve 1980 tarihlerinde Irak Derim Mahkemesi’nin  çıkardığı idam kararları, 1999 yılı ile başlayan süreçte Muhammed Sâdık es-Sadr ve iki oğlu Mustafa ve Muammel’in uğradıkları suikast sonrası hayatlarını kaybetmesi ve yine aynı süreçte ailenin ikinci derecede önemli görülen pek çok ferdinin de yönetim tarafından öldürülmesi Sadr ailesinin geçirdiği sıkıntılı dönemleri gösteren vahim olaylardır.
İdeolojisi , Takip Ettiği Çizgi ve Devlet ve Siyaset Anlayışı:
Ayetullah Sistanî’nin ve İran Şiasının siyaset felsefesi anlayışının temelini Velâyet-i Fakîh nazariyesi oluştururken, Mukteda es-Sadr bu anlayışı kabul etmemekte ve farklı bir siyasi anlayış sergilemektedir. Söylemlerine, beyanatlarına ve takip ettiği politikalarına bakıldığında ülke bağımsızlığı ve bütünlüğüne dayalı bir Irak milliyetçiliğini benimseyip, savunduğunu görmekteyiz. Yine Bâkır es-Sadr’ın , mutlak bir Şiî idarî yönetim anlayışından ziyade dinî hassasiyeti olan kimselerin yönetime gelmesini öncelediğini görmekteyiz.
İran’a Yönelik Yaklaşımı:
Mukteda es-Sadr’ın İran’ın Irak üzerinde sahip olduğu nüfuzdan rahatsız olduğunu ve Arap olmayan Şiî din adamlarının Irak’tan çıkmalarını istediğini görmekteyiz. Mukteda’nın Babası Sâdık es-Sadr’ın da İran karşıtı olduğunu ve İran’ın Şiîler üzerindeki etkinliğini kırmaya çalıştığını söylemek mümkündür.  Şüphesiz bu durumda bölgede hakimiyetini artırma hedefinde olan İran’ı fazlası ile rahatsız etmektedir. İran, hem babasının durumu hem de ilk dönem beyanatları bağlamında Mukteda’ya şüpheyle yaklaşmaktadır.
Ancak  Sadr Grubu’nun ABD karşıtı söylemlerle hareket etmesi ve faaliyetlerde bulunması İran’ın süreç içerisinde grupla zaman zaman ılımlı bir diyalog geliştirmesine de sebep olmuştur.
Sadr Grubu’nun 2003 İşgali ve ABD’ye Yönelik Takındığı Tutum:
Bu işgale Irak’taki diğer Şii gruplar büyük oranda tepkisiz kalırken, Mukteda es-Sadr liderliğindeki Sadr Grubu sert bir tepki ortaya koymuştur. Sadr, işgal karşısında Irak’ın bağımsızlığı ve bütünlüğünü esas alarak milliyetçi bir duruş sergiledi.
Bu doğrultuda Sadr, ABD öncülüğünde oluşturulan Irak Yönetim Konseyine katılmayı reddetti ve işgal güçleriyle işbirliğine giden Havza lideri Ali es-Sistanî ve İslâmî Dava Partisi gibi Şiî oluşumlara da cephe aldı. 2004 yılında da kendi hükümetini oluşturduğunu ilan etti. Bu doğrultuda Sünni kesimle de işbirliği yaptığı bilinmektedir.
Yöntemi:
Sadr, İşgalin ilk dönemlerinde sözlü mukavemet esas alınırken zamanla silahlı mücadele yöntemini esas almaya başladı. Bu doğrultuda yaklaşık 50.000 kişilik Mehdi Ordusu adı verilen silahlı bir güç oluşturdu. Bu güçle birlikte hareket eden, fakat resmi olarak bağlılıkları ilan edilmeyen özel birlikler oluşturduğu da iddia edildi. Mehdi ordusu ABD başta olmak üzere işgal güçleri ve muhalif Şiî gruplarla mücadele etmektedir.
9Abouaoun, Elie, Iraq's al-Sadr Movement, June,2011
10https://en.wikipedia.org/wiki/Sadrist_Movement
 Bakuba, Kûfe, Necef, Kerbelâ ve Kût’un belli bölgelerinde etkili olmaktadır. Hareketin Necef, Kerbelâ ve Bağdat’ın fakir mahallelerinde yaşayan ve Saddam döneminde baskıya maruz kalan Şiîleri örgütlediğini görmekteyiz.
Grubun ABD’ye karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinde Sünni toplumla işbirliğine gittiği görülmektedir. Grubun böyle bir ittifak ilişkisi içine girmesini Irak’ı işgalden kurtarma amacı ile açıklayabiliriz. Ancak bunun yanında, bu  tutumun sergilenmesinde Muhammed Bâkır es-Sadr’ın, devlet anlayışının da etkisi vardır. Onun Şii-Sünni ayrımına gitmekden ziyade ‘müslüman’ üst kimliğini daha fazla önemsediğini söylemek mümkündür.
Sadr Grubu silahlı asker gücünün yanında hiyerarşik özelliğe sahip kurumsal yapıda sosyal yardım ve organizasyon kuruluşlarıyla da toplumsal hayatta etkinliğini artırmıştır. Hareket bu tür yapılanma ve faaliyetleri sayesinde Irak’ta toplumsal bazda önemini, itibar, şöhret ve etkinliğini artırmaktadır.
Hareket parlamenter sistem içerisindeki legal faaliyetlerini yürütürken ise  Maliki hükümetini düşürmek için değişik zamanlarda Sünni ve Kürt muhalefetle işbirliğine gitmektedir. Ancak bu girişimlerden bir sonuç çıkmamış ve  hükumet düşürme hedefini gerçekleştirememiştir. Ancak hareket hükümeti düşürme retoriğine rağmen konjonktüre bağlı olarak zaman zaman hükümetin yanında duran pozisyonlar da alabilmektedir.
Fact Sheet on Iraq’s Major Shi’a Political Parties and Militia Groups, April2008, İnstitute for The Study of War
İSLAMİ FAZİLET PARTİSİ
Kuruluşu ve Kuruluş Amacı:
ABD’nin Irak’ı İşgali’nden sonra Nisan 2003’te Şeyh Hazalî el-Sa’dî liderliğinde ‘Faziletliler Cemaati’ diye bilinen bir toplumsal örgütlenme meydana getirildi. Bu örgütlenme kısa bir süre içerisinde kurumsal yapısını oluşturdu ve Mayıs 2003’te Bağdat’ta siyasî bir partiye dönüştü. Kurumsal bir yapıya dönüşmesinde dinî havzalarda yetişen öğrencilerin de katkısı oldu. Dini lideri ve partinin kurucusu 1960 Necef doğumlu Şiî Şeyh Muhammed Yakubî’dir. Ayetullah Yakubi, Ayetullah Sadık el Sadr’ın öğrencilerinden biridir. Dolayısı ile Fazilet Partisi büyük oranda Sadr Grubu’nun tabanıyla benzeşen bir yapı arz etmektedir. Ancak hareket  Mukteda es-Sadr’ın grubuna katılmamı, ona muhalefet etmiştir. 2003 işgalinden sonra Şii alimlerin Irak’a geri dönmeye başlamaları ile Yakubi Mukteda el-Sadr önderliğindeki Sadr hareketinin izlediği çizgiyi tartışmaya ve eleştirmeye başladı. Sonuç olarak İslami Fazilet Partisi’ni kurmak için Sadr hareketinden ayrıldı. AncakYakubi’nin ilmî ehliyeti parti mensupları ile Mukteda es-Sadr grubu arasında bir tartıma konusu olmuştur. Hareketin genel merkezi ve etkinliği Basra’da yer almaktadır. Faaliyetlerini Basra ve Meysan bölgelerinde yoğunlaştırmıştır.
Siyasi Çizgisi:
Parti ülkede Şii-Sünni ayrışmayı önceleyen bir siyasi çizgi takip etmemektedir. Siyasetini daha çok Irak halkının birliği, Irak’ın egemenliği ve bağımsızlığı, Irak’ın kimliği, ve Arap ve İslam kimliği üzerinden şekillendirmektedir. Diğer partilerle esas ayrışma noktaları ve o partilere getirdikleri eleştiriler bu faktörler üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu faktörler üzerinde diğer partiler ile bir uzlaşma aramaktadır. Parti için diğer partilerin Şii-Sünni ya da seküler-liberal kimlikleri çok önemli değil. Farkı tarihsel arka plandan elen partilerle ve Sünni gruplarla işbirliğine sıcak bakmaktadır. Mezhepsel ayrışmalara karşı bir tutum benimseyen Fazilet Partisi Irak’ın birliğini savunmakta ve ülkede bir Irak’lı kimliği oluşmasını desteklemektedir.
İşgale Dair Bakış Açısı:
Parti işgali batının kapsamlı projesinin bir parçası olarak değerlendirmektedir. Partiye göre batı bu projesi ile özelde Irak ve genelde Orta Doğu’da düşünüş ve yaşam biçimlerini, ülkelerin kendilerine özgü kültür, inanç ve değer sistemlerini değiştirmeyi hedeflemektedir. Parti batının bu planlarının gün yüzüne çıkarılması ve bu emellerine karşı konulması gerektiğini savunmaktadır.
İDP, IYİK, Sadr Grubu ve İslami Fazilet Partisi Arasındaki Benzerlik ve Farklılıklar
Benzerlikler:
Bu partilerin Baas Rejimi karşıtlığı konusunda benzer bir tutum sergilediklerini görüyoruz. Ayrıca bu partilerin dördü de  Irak yönetiminde Şiilerin olmasını istemektedirler. Bu partilerin hepsinin Şii ideolojiyi yayma şeklinde bir amaç benimsediklerini de görmekteyiz. Baas rejimi süresince faaliyetlerine yurt dışından devam etme, yurt dışında örgütlenme ve lobicilik faaliyetleri yürütme durumu da dört parti dördü için de geçerlidir. Ayrıca bu partilerin kurucularının büyük oranda din adamlarından oluşmaları, dördünde de dini ve siyasi yapılanmaların iç içe olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle bu partiler sadece siyasi alanda değil toplumsal ve dini alanlarda da etkinlik göstermektedirler. Bu partilerin İslami bir gelenekden geliyor olmaları ve büyük oranda İslami yönetim anlayışını benimsiyor olmaları da benzerlikleri arasındadır. Saddam rejiminin devrilmesinden sonra bu partilerin dördünün de ayrıştırıcı tutumlarında yumuşamaya giderek Irak’ın birlik ve beraberliğini vurgulayan birleştirici bir tutum benimsemeye başladıklarını görmekteyiz. Ayrıca dört parti de ortaya çıkışı, teşekkülü ve gelişimi süresince Necef Havzası’ndan güç almış ve almaktadır. Ayrıca, Sadr ailesinin dört partinin dördünün de temellerinin atılmasında doğrudan etkisi olduğunu görmekteyiz. Örneğin İDP’nin kurucu ve teorisyenlerinin çoğu Sadr ailesinden çıkmıştır. Yine, İslami Fazilet Partisi ve Sadr Grubu tabanlarının birbirleri ile büyük oranda benzerlik gösterdiğini görmekteyiz.
Farklılıklar
Bu dört temel Şii İslami Partinin kuruluş sürecine ve kuruluş amaçlarına bakıldığında önemli farklılıklar olduğunu görmekteyiz. Çünkü bu dört partinin ortaya çıkıp geliştiği farklı dönemlerde, Irak’ın toplumsal ve siyasi gerçeklikleri de farklıydı.
11https://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_Virtue_Party
12http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201032_yakubi_mart.pdf
Örneğin İDP’ye bakıldığında Irak siyasetinde seküler Arap milliyetçiliği ve sosyalizmin etkilerinin artmaya başladığı 1950’li, 1960’lı yıllarda, Irak Komünist Partisine muhalif bir hareket olarak ortaya çıktığını ve ülkede İslam’ın ihya edilmesini ve yeni bir siyasi uyanış hareketi başlatmayı hedeflediğini görmekteyiz. Ancak IYİK’in kurulduğu 1982 senesine bakıldığında ise Irak’ın içinde bulunduğu gerçekliklerin çok daha farklı olduğu görülecektir. IYİK  İran-Irak Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde, Baas rejimi karşıtlığı temelinde ortaya çıkmış ve yapılanmıştır. Bu doğrultuda muhalif grupları bir araya getirme gibi bir sorumluluk ve misyon üstlenmiştir. Irak’ın egemenlik ve bağımsızlığının tehdit altında olduğu işgal sonrası dönemde ön plana çıkmaya ve kurumsallaşmaya başlayan Sadr Grubu ise temelde yabancı işgalci güçleri hedef alan bir misyonla hareket etmiştir.
Yine bu partilerin benimsedikleri ideolojilerin de birbirlerinden farklılaştığını görmekteyiz. İdeolojisinin temelleri Muhammed Bakır el-Sadr tarafından oluşturulan İDP’nin ümmetin velayeti’ yani halkın yönetimi anlayışına dayalı bir  siyasi ideolojiyi benimsediğini görmekteyiz. Ancak işgal sonrsı kritik dönemde parti mensuplarının kendi aralarında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bazı gruplar, İslâmî bir sistem isterken, bazıları demokrasiyi öncelemiştir. Humeynî’nin 1970 yılında kaleme aldığı Velâyet-i Fakîh Yâ Hükûmet-i İslamî adlı eser çerçevesinde öne sürülüp, savunulan yönetim tarzının IYİK tarafından da benimsendiğini görmekteyiz. Ancak Sadr Grubu’nun İran Şiasının siyaset felsefesi anlayışının temelini oluşturan Velâyet-i Fakîh anlayışını kabul etmediğini görmekteyiz. Farklı bir siyasi anlayış sergileyen Sadr Grubu’nun mutlak bir Şiî idarî yönetim anlayışından ziyade dinî hassasiyeti olan kimselerin yönetime gelmesini öncelediğini görmekteyiz.
Bu partilerin İran ile ilişkilerinin niteliği de birbirlerinden farklıdır. İDP’nin 1980’li yılların sonlarına doğru İran otoritesinden uzaklaşarak ABD ve İngiltere’ye yakınlaştığını görmekteyiz. İDP’nin İran ile ABD arasında bir denge siyaseti takip ettiğini söyleyebiliriz. IYİK’e bakıldığında ise İran’la arasında çok daha sıkı ve doğrudan bir bağ olduğunu görmekteyiz. Bu yapının İran desteği ve yönlendirmesi ile kurulduğu ve İran’ın Irak’taki amaçlarına hizmet ettiği bilinmektedir.
Konsey ortaya çıkışının ilk günlerinden itibaren, siyasî ve teorik olarak derin bir şekilde İran’ın etkisi altında kalmıştır. Ancak, Ammar El Hekim’in başkanlığı süresince İran etkisinin azaltılmaya çalışıldığı yönünde görüşler bulunmaktadır. Sadr grubu ise İran’ın Irak üzerinde sahip olduğu nüfuzdan rahatsız olmakta ve İran’ın Şiîler üzerindeki etkinliğini kırmaya çalışmaktadır.
Bu partilerin 2003 işgaline yönelik bakış açılarına bakıldığında ise İDP’nin işgali resmi olarak desteklemediğini ve Baas rejiminin dış müdahale olmadan iç dinamikler ile yıkılması gerektiğini savunduğunu görmekteyiz. Parti bu süreçte İran ile ABD arasında bir denge siyaseti takip etmiş ve destekçilerini ABD’ye karşı kışkırtma yoluna gitmemiştir. IYİK’e bakıldığında ise Körfez Kriziyle başlayan işgal süresince ABD’ye karşı net bir tavır sergileyemediği ve ABD ile ciddi sorunlar yaşamaktan kaçındığını görmekteyiz. İşgale diğer Şii gruplar büyük oranda sessiz kalırken Sadr Grubu ise sert bir tepki ortaya koymuştur. Sadr, işgal karşısında Irak’ın bağımsızlığı ve bütünlüğünü esas alan milliyetçi bir duruş sergilemiştir. Bu doğrultuda Sadr işgal güçleri ve işgal güçleriyle işbirliğine giden Havza lideri Ali es-Sistanî ve İslâmî Dava Partisi gibi Şiî oluşumlara cephe aldı. İFP ise işgali batının Orta Doğu’yu Batılılaştırma projesinin bir parçası olarak değerlendirmektedir.
Yöntem açısından bakıldığında İYİK ve Sadr Grubu’nun tarihi süreç içerisinde Bedir Örgütü, ve Mehdi Ordusu gibi askeri yapılanmaları bünyesinde barındırdığını görmekteyiz. İDP’nin ve Fazilet Partisi’nin ise bu tür askeri kanatları olmadığı görülmektedir. Başta IYİK ve Sadr grubu olmak üzere bu partilerin etkinliklerinin sadece siyasi ve askeri alanda değil toplumsal alanda da sürdürüldüğünü görmekteyiz. Sadr Grubu sosyal yardım ve organizasyon kuruluşlarıyla toplumsal hayatta etkinliğini artırmıştır. IYİK de işgalin ardından  savaşın beraberinde getirdiği tahribatın ortadan kaldırılması adına halka bir takım  sosyal ve insanî yardımlar sağlamıştır.
SONUÇ
Yeni Irak anayasasının öngördüğü federal ve demokratik bir süreçte Irak, Şii Arapların merkezî hükümete ve dış politikaya hâkim olduğu bir ülkeye dönüştü. Yeni Irak’da işgal güçlerinin desteğiyle siyasal ve kültürel yapıda etkinliğini artıran Şii toplum Irak siyasetinde ön plana çıkmaya başladı. Ön plana çıkan dört temel Şii İslami Parti bazı temel değer, amaç, ilke, söylem ve tutumları paylaşmakla beraber kuruluş süreçleri, kuruluş amaçları, ideolojileri, siyasi tutumları, yöntemleri, söylemleri vs. açılardan birbirlerinden farklılaşmaktadır.

          














KAYNAKÇA:
1)SETA, Irak Siyasetini Anlama Kılavuzu, 2013
2)Çetinsaya, Gökhan, Özhan, Taha, İşgalin Altıncı Yılında Irak, 2009
3)Akoğlu, Muharrem,          Irak’ta Şii Varlığı, 2013
4)Ulutaş, Ufuk, Torlak Furkan, Çekilme Sonrası Irak'ta Düzen Arayışı, 2011
5)Katzman, Kenneth, Iraq:Politics, Elections, and Benchmarks, December, 2009
Link:http://fpc.state.gov/documents/organization/135969.pdf
6) A History of Iraq’s Islamic Dawa Party, Interview With Lowy Inst. for Intl. Policy's Dr. Rodger Shanahan, Ağustos 2012
7) Fuller, Graham, Islamist Politics in Iraq after Saddam Hussein, August 2003
Link:file:///C:/Users/user/Downloads/2003_august_sr108.pdf
9) Abouaoun, Elie, Iraq's al-Sadr Movement, June,2011
11) https://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_Virtue_Party
12)http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201032_yakubi_mart.pdf




28 Ağustos 2015 Cuma

Türkiye’nin Suriye sınırında yaşanan sıcak gelişmeler ve Türkiye’nin Yürüttüğü Sınır Güvenliği Politikası

Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemde devletler arasındaki çatışma dinamikleri hala varlığını sürdürmekle beraber özellikle Orta Doğu’da risklerin ve güvenlik sorunlarının niteliği büyük ölçüde değişmiştir. Arap Baharı’ndan sonra artık Orta Doğu’da güvenlik sorunları temelde devletlerin kendi bünyesindeki toplumlar arasında ortaya çıkmaktadır.Yani güvenlik kavramsal olarak devlet düzeyinden toplum düzeyine inmiştir. Çünkü bölgedeki farklı kesimler etnik, mezhepsel, dini vb. farklılıklarını birbirleri için bir tehdit olarak algılamaya başlamışlar ve birbirlerine karşı verdikleri mücadeleyi bir var oluş meselesi haline getirmişlerdir. Ülke içi savaşların ortaya çıkmasında bir diğer önemli faktör de dış aktörlerin bu ülkelerdeki belirli gruplar üzerinden vekaleten savaşlar yürütmeleridir. Üçüncü bir etken olarak da bölgede artan terörizm gösterilebilir. Tabiki küresel sermayenin iç savaşlardan sağladığı devasa kazançları da unutmamak gerekir. Bu noktada günümüzde savaşların niteliklerinin de değiştiğini söylemek mümkün. Artık günümüzde savaşlar vekaleten savaş ve asimetrik savaş gibi alışılmamış versiyonlarda karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde Suriye’de yaşanan kanlı savaşları da bu türden bir güvenlik krizi olarak anlamlandırmak mümkündür.

Türkiye’nin güneyde oldukça uzun bir sınır hattına sahip olduğu Suriye’de dört yılı aşkın bir süredir yaşanan iç savaşın Türkiye dış ve iç politikasını köklü şekilde değiştiren etkileri olmuştur. Suriye’de iç savaş bittikten sonra kurulacak düzen Türkiye açısından hayati öneme sahiptir. Yeni kurulacak düzende Türkiye ile sıcak ilişkiler kurabilecek ya da en azından aleyhinde hareket etmeyecek bir yönetimin iktidara gelmesi Türkiye’nin uzun vadeli hedeflerinden biri gibi gözüküyor. Bununla birlikte devam etmekte olan Suriye iç savaşı Türkiye için hayati derecede önemli bir sınır güvenliği problemini de beraberinde getirmiştir. Ki, bu güvenlik krizinde Türkiye kendisi için tehdit olarak gördüğü birden fazla grupla mücadele etmek durumunda kalmıştır.

Suriye iç savaşı için ortaya tek ve kesin bir denklem koymak mümkün değildir. Bu denklem Suriye’de bölgesel düzeyde farklılıklar göstermekle beraber, farklı dönemlerde farklı biçimlerde de şekillenebilmektedir. Çünkü sahadaki PYD , IŞİD gibi terör örgütleri hatta ABD gibi küresel güçler dahi ilkesel politikalar takip etmekten ziyade pragmatik hareket etmektedirler. Anti emperyalist söylemlerle varlığını temellendiren PKK’nın son dönemde ABD’yi kendisine hamis edinmesi bu gerçeğin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Gerektiğinde terörle mücadele söylemini ve algısını kendi çıkarları için gayet güzel kullanan ABD ve diğer büyük devletler de gerektiğinde terörist örgütlerle çıkar temelli işbirliği ilişkisi içine pekala girebilmektedirler.

Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde IŞİD ve PYD gibi aktörlerle sınırdaş hale gelmesi, bu aktörler arasında süregelen çatışmalar, Suriye’de devam eden iç savaş ve bunun bi sonucu olan göçmen akımı Türkiye’nin sınır güvenliği endişelerini artırmıştır.

Türkiye’nin Sınır Güvenliği Siyaseti Çerçevesinde PYD/YPG
PKK’nın ve PKK’nın Suriye’deki yapılanması olan PYD/YPG’nin bölgedeki krizden faydalanarak tüm Orta Doğu’yu kana bulayacak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ihlal edecek tehlikeli hedeflerini gerçekleştirme peşinde olduğunu görmekteyiz. Bu doğrultuda PYD, ABD ile birlikte Türkiye’nin aleyhine olan bir işbirliği içine girmiştir. Türkiye’nin ise PYD’nin bu yayılmacı politikasını engellemek için sahada muhaliflerle işbirliği yaptığını görmekteyiz. Bu noktada muhalifler PYD’nin genişlemesini önleyerek Türkiye’ye destek verirken, Türkiye’de Esed rejimine karşı pek çok yönden muhaliflere destek vermektedir. PYD ile birlikte Esed Rejiminin takip ettiği politika da tamamen Türkiye karşıtlığı çerçevesinde kurgulanmıştır ve Türkiye’nin aleyhine olacak etkiler yaratmaktadır. Bu iki aktörün ortak düşmana karşı bir ittifak içine girdiğini söylemek de mümkündür. Esed rejimi, Türkiye’nin kendisi ile aynı safda yer alan Suriye’li muhaliflere yönelik verdiği askeri, lojistik ve siyasi desteği engellemek için PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde konuşlanarak bu iki aktör arasında bir set oluşturması projesini devreye sokmuştur. Benzer şekilde Obama yönetimi de bölünmüş bir Suriye senaryosunu kaçınılmaz olarak görmekte ve PYD’nin bu bölgede özerk bir yönetim kurmasını kendisi açısından bir tehdit olarak algılamamaktadır.

Türkiye Işid’e yönelik operasyonlarının yanında Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını da bombalıyor. Şüphesiz bu operasyonlar PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin de güç kaybetmesi anlamına geliyor. Şunu da belirtmek gerekir ki PYD askeri komuta-kontrol, askeri yeterlilik ve insan kaynağı açısından elinde tuttuğu geniş alanları savunabilecek bir güce sahip değil. Yani ABD’nin desteği ile dahi olsa Fırat’ın batı yakasına geçip Akdeniz’e ulaşma hedefini gerçekleştirmesi oldukça zor gözüküyor. Yine PYD’nin ülkedeki faklı kürt gruplara uyguladığı baskı politikasından dolayı farklı kürt grupları PYD’ye karşı bir muhalefet oluşturmuş durumdalar.


Sınır güvenliği ve ulusal güvenlik politikaları çerçevesinde Türkiye’nin IŞİD’le yürüttüğü mücadele:

Türkiye’nin sınır güvenliği açısından tehdit oluşturan ikinci önemli aktör de IŞİD’dir. IŞİD’i pek çok ülke ve grupla istihbarat bağı olan ve pek çok aktörün kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceği taşeron bir örgüt olarak görmek lazım. Dolayısı ile IŞİD İran ve Suriye gibi ülkelerin bölgeye vermek istedikleri dizayn doğrultusunda kullandıkları bir maşadan başka bir şey değildir. Oluşturulan algının tersine İslam’la, İslam dininde geçerliliği olan cihad kavramı ile de bir alakası yoktur. Pek çok devlet ve grup IŞİD’le mücadele algısı oluşturarak kendilerine meşruiyet sağlamaktadır. Ayrıca uluslararası kamuoyunda IŞİD’in birincil ve asıl tehdit olarak ön plana çıkması da diğer terörist devlet ve grupların hukuksuzluk ve zulümlerinin üstünü örtmektedir.

Türkiye ise IŞİD’i kuruluşundan hemen sonra terör örgütleri listesine alan ve başından beri bu örgüte karşı mücadele veren ve uluslararası toplumu da bu mücadeleye davet eden bir devlettir. Türkiye’nin IŞİD’in PYD ile olan savaşından dolayı IŞİD’e destek verdiği iddiaları da safsatadan başka birşey değildir. IŞİD’in bölgede en çok Türkiye ve muhaliflere zarar verdiği herkesin malumudur. Türkiye’nin IŞİD’e yönelik mücadelesinin Kilis’te bir askerimizin şehit edilmesi ile başladığını öne sürmek oldukça yanlıştır. Türkiye’nin IŞİD’le mücadelesinin üç ana aşamadan oluştuğunu söyleyebiliriz. Mücadele sistematik olarak IŞİD’in terör örgütleri listesine alınmasından hemen sonra başlamıştır. Mücadelenin bu ilk aşaması şüphelilerin takibi, sınırda önlemler alınması ve yabancı savaşçıların sınır dışı edilmesi gibi zeminlerde gerçekleşmiştir.  Niğde saldırısı ile birlikte de ikinci aşamaya geçildi. Bu aşamada baskınlar ve tutuklamalar yapılmaya başlandı. Üçüncü ve şu anda da içinde olduğumuz aşama ise DAİŞ’in askerimizi şehit etmesi ile başladı ve hala kararlılıkla sürdürülmekte. Uzun sürecek bu aşamada Türkiye DAİŞ 'in Türkiye sınırındaki varlığını tamamen yok etmeyi hedeflemektedir. Sınır dışı operasyonlar ne yazık ki ülke içindeki terör faaliyetlerinin artmasına sebep olmakta ve Türkiye çok ağır bedeller ödemektedir. Terör faaliyetlerinin önünün alınması için de sınır dışı operasyonlar ülke içindeki operasyonlarla eşgüdümlü sürdürülmektedir.


Türkiye’nin Yürüttüğü Sınır Güvenliği Siyasetindeki Değişim:

Suriye’deki iç savaşın, sürecin başlangıcından çok daha farklı bir boyuta taşınması, tehditlerin çeşitlenmesi ve var olan tehditlerin de derinliklerinin artması Türkiye'nin sınır güvenliği yaklaşımında ve uygulamalarında köklü bir değişime sebep oldu. Çünkü, IŞİD ve PYD/YPG’nin sınır hattında artan etkinlikleri Türkiye’nin güvenlik kaygılarını artırdı. Örneğin Türkiye zamanında kuvvetle savunduğu açık kapı politikasını değiştirmke zorunda kalmıştır. Bu değişimin nedeni Türkiye’nin artık sığınmacıları kaldıracak kapasitesinin kalmamasının yanında, Suriye kaynaklı güvenlik kaygılarının en üst düzeye çıkmasıdır.

Türkiye’nin Arap Baharı öncesindeki sınır güvenliği yaklaşımının aksine son yıllarda sert güvenlik tedbirlerinin alındığı bir sınır güvenliği yaklaşımına hızlı bir geçiş gerçekleşti. Bir diğer deyişle Türkiye Suriye kaynaklı güvenlik risklerini ve endişelerini ortadan kaldırabilmek için Sıfır Sorun Politikası yerine Sıfır Tolerans politikası izlemek mecburiyetinde kaldı.

Değerlendirmeler:
Türkiye yeni benimsediği ve sertleşen sınır güvenliği politikası askeri/fiziki ve siyasi olmak üzere iki farklı alanda planlandı ve uygulamaya geçirildi. Bu farklı iki alanda oldukça fazla ve kapsamlı tedbirler alındı. Ancak Türkiye’nin sınır güvenliğini tam manasıyla sağlayabilmesi için bu iki alandaki tedbirler yeterli değildir. Suriye sınırının coğrafi yapısı ve sınırın karşısında bizim güvenlik endişlerimizi artırıcı faaliyetlerde bulunan aktörlerin varlığı nedeni ile Türkiye tek başına alacağı bu tedbirlerle sınır güvenliğimizi ancak belli bir yere kadar koruyabilir. Türkiye’nin güvenliğinin tam olarak sağlanması için Suriye’de kapsamlı ve sürdürülebilir bir düzenin kurulması şarttır. Bu durumun farkında olan Türkiye güvenli bölge, uçuşa yasak bölge gibi daha kapsamlı çözüm önerileri üretmektedir. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu IŞİD’e karşı koalisyonun liderliğini yapan ABD ile Türkiye’nin Suriye’deki öncelik ve çıkarları farklı. Türkiye sorunun kökeninde Esed rejiminin olduğunu düşünmekte. Ancak ABD bir takım çekinceleri nedeni ile rejime direct karşıt bir politika takip etmiyor. Aslında ABD’nin Suriye’de bir denge politikası takip etiğini söylemek mümkün. Bu durum Obama yönetiminin çekingen ve sorumluluk almak istemeyen dış politikası ile açıklanabileceği gibi, İran ile başlayan nükleer müzakereler sürecinde İran kaynaklı bir takım çekincelerin de Suriye politikasını şekillendirdiğine yönelik görüşler bulunmaktadır. Suruç katliamı ile başlayan yeni süreçde Türkiye ve ABD’nin IŞİD’e karşı verilen mücadelede daha sıkı bir işbirliğine gittiğini görmekteyiz. Ancak bu yakınlaşma teknik ve taktik düzeyde kalacağa benziyor. Çünkü Obama yönetimi sadece DAEŞ’i yok etme derdinde. Suriye için kapsamlı bir strateji üretebilmiş değil. Yine PYD konusunda da Türkiye’ye bir garanti vermiş değil. Dolayısı ile Türkiye ve ABD’nin Suriye konusunda ortak bir noktada buluşmaları şu an için pek mümkün görünmüyor. Dolayısı ile Türkiye’nin sürekli ABD ile önceliklerinin farklı olduğu bilinci ile stratejilerini belirlemesinde yarar var.önceliklerinin farklı olduğu bilinci ile stratejilerini belirlemesinde yarar var.









KAYNAKÇA
1)Öztürk, Bilgehan, Türkiye’nin Suriye Sınır Güvenliği Politikası, 23 Ağustos 2015
2)SETA Uzmanları, 'Güvenli Bölge' Ne Kadar Güvenilir?, 15 Ağustos 2015
3)Duran, Burhanettin, "Orantılı Yanıt Verin" Ne Demek?, 7 Ağustos 2015
4)Ulutaş, Ufuk, Esed, İran ve Rusya DAEŞ’i, Amerika PKK’yı Kullandı, 28 Temmuz 2015
5)Üstün Kadir, Türk-Amerikan İlişkilerinde PYD ve Suriye, 12 Temmuz 2015
6)Ulutaş, Ufuk, Türkiye ve ABD’nin Suriye’de Frekans Farklılıkları, 10 Temmuz 2015
7)Acun, Can, Kuzey Suriye’de PYD Kuşağı, 5 Temmuz 2015
8)Acun, Can, PYD'nin İhtiras ve Zaafları, 4 Temmuz 2015
9) Yeşiltaş, Murat, İç Savaşa Komşu Olmak: Türkiye'nin Suriye Sınır Güvenliği Siyaseti, 13 Ağustos 2015