17 Aralık 2016 Cumartesi

Geçmişten Günümüze Türkiye'de Meydana Gelen Darbelerin Uluslararası Bağlam İçinde Ele Alınması

GİRİŞ
Türkiye’de 27 Mayıs 1960’da yaşanan darbeyi 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 darbesi, 2007 E-Muhtırası ve son olarak da 15 Temmuz 2016 askeri müdahalesi takip etmiştir. Türkiye’nin 1960’da başlayıp günümüze dek gelen yakın siyasi tarihini bir darbeler tarihi olarak adlandırabiliriz. Yaşanan bu müdahalelerin her birinin gerçekleştiği zaman dilimi, gerçekleşme şekli ve yapan kişilerin farklı olması sebebi ile her bir müdahalenin altında yatan kendine özgü sebepler ve farklı dinamikler vardır. Bununla birlikte tüm Dünya’da yaşanan darbelerin   altında yatan ortak sebeplerin var olduğunu ve darbeye giden yolu döşeyen temel mekanizmaların benzerlik içinde olduğunu görmekteyiz. Demokratik siyasi kültürün zayıflığına, sivil yönetimlerin başarısızlıkları ve meşruiyet krizlerine, asker-sivil ilişkilerinin kurumsal yapısına bağlı sebepler bu ortak sebepler arasında zikredilebilir ve bunların her biri aslında iç içe geçmiştir.
15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi göstermiştir ki, Türkiye’nin askeri vesayetle aktif bir mücadele halinde olduğu ve ülkede darbe için uygun zemini hazırlayan şartların mevcut olmadığı beklenmedik bir dönemde bile askeri bir müdahale gerçekleşebilmektedir.  Bu noktadan hareketle çıkaracağımız sonuç şudur; askerin siyasete müdahalesini sadece bir “ulusal” sorun olarak görmek ve askeri darbelerin ve orduların siyasallaşma eğilimlerinin sebeplerini anlamak için yalnızca iç dinamiklere bakmak yeterli olmayacaktır. Çünkü Çoğu zaman iç dinamikler dış dinamiklerin etkileriyle ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle; darbe dönemlerindeki uluslararası yapı ülke içi yapılanmayı önemli ölçüde etkilemiştir. Bu çalışma ile hedeflenen de Türkiye’de yaşanan darbelere daha geniş bir analiz çerçevesinden bakılması, bu darbelerinin uluslararası boyutlarına bakılması ve bu darbelerin meydana geldikleri dönemlerdeki mevcut uluslararası konjonktür dikkate alınarak değerlendirilmesidir.  
1)ULUSLARARASI SİSTEM VE DARBELER ARASINDAKİ İLİŞKİ
Ordular mensubu oldukları toplumdan ve küresel sistemden ayrı bir şekilde işleyen aktörler değildirler. Ordular ve faaliyetleri yerel düzeyde olduğu gibi küresel sistemdeki iktidar ilişkilerinden de etkilenir. Bununla birlikte ulusal ve küresel sistemdeki iktidar ilişkileri üzerine etkide de bulunurlar. Yani ordular hem bağımlı hem de bağımsız değişkenlerdir.
Dünya genelindeki darbelere bakıldığında darbelerin meydana geldikleri dönemlerdeki uluslararası konjonktürün darbelerin lehine bir ortam hazırladığını görmekteyiz.
1Demir,Osman, Üzümcü, Adem, ‘Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin Sebepleri Üzerine Bir İnceleme’, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 1/2002, s.155-182
Uluslararası sistemde iktisadi ve siyasi alanlarda meydana gelen yapısal dönüşümler orduların içinde bir takım ittifakların kurulmasına ya da bölünmelerin yaşanmasına neden olabilmektedir. Ayrıca bu dönüşümler sayesinde ordular ulusal ve uluslararası alanda destek de kazanabilmektedirler. Bu desteklere bağlı olarak orduların içinde siyasallaşma eğilimlerinin artmaya başladığını görmekteyiz.
Dünya genelinde meydana gelen darbelerin dış güçlerin doğrudan ya da dolaylı müdahalesiyle gerçekleştiğine dair çok güçlü deliller bulunmaktadır. ‘’Dış güçler hangi sebeplerle ve nasıl darbelere doğrudan ya da dolaylı destek verirler?’’ sorusu cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Bu soru Guillermo O’Donnell’in yaklaşımı ile açıklanabilir. ‘’ Kimi dönemlerde (çeşitli nedenlerle) ulusal siyasi/iktisadi hat ile uluslararası “düzen” arasındaki makas açılabilir. Bu makasın açılması sivil siyasetin etrafındaki ulusal siyasi, iktisadi ve bürokratik ittifakları dağıtır. Darbe tam da bu ittifaklar siyasetinin yeniden düzenlenmesi ve ulusal siyasal hattın uluslararası siyasi/iktisadi konjonktürle uyumlu hale getirilmesi işlevini taşır.’’ Bu yaklaşım üzerinden iki önemli çıkarımda bulunulması gerekmektedir. Birincisi; darbelerin gerçekleşmesinde rol oynayan iki temel aktör vardır: 1)  İktisadi ve siyasi çıkarları mevcut iktidarla çatışan yerel gruplar/sınıflar. (Ordu bu grupların işbirliği ve iktidara karşı muhalefetinde bir katalizör rolü üstlenmektedir. 2) Uluslararası güçler. (Darbeler kimi zaman dış güçlerden destek alabildiği gibi kimi zamanlar da doğrudan uluslararası güçler tarafından organize edilmektedirler.) Darbeler çoğu zaman muhalif sınıflar ve uluslararası güçler arasındaki işbirliği ve koordinasyon ile gerçekleştirilmektedir.
Guillermo O’Donnell  darbeleri bürokratik otoriteryanizm isimli modeli ile açıklamaktadır. Yukarıda da sözü edildiği gibi darbeler ulusal siyasi/iktisadi hat ile uluslararası “düzen” arasındaki anlaşmazlıkların ve uyumsuzluğun arttığı ekonomik/siyasi kriz dönemlerinde meydana gelmekte ve bu kriz dönemlerini aşmak için önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Bir başka deyişle darbeler aracılığıyla çatışan ulusal ve uluslararası konjonktür uyumlu hale getirilmeye çalışılmaktadır. O’Donnell’e göre sivil iktidarların takip ettiği popülist stratejiler uluslararası alan ile ulusal alan arasındaki bu ayrılığı artırıcı bir role sahiptir. İktidarların bu stratejilerle çoğu zaman halkının desteğini arkalarına alarak daha rahat bir şekilde dış güçlerin çıkarlarına aykırı hareket edebildiklerini görürüz. Aslında bu yolla ulusal çıkarlar dış güçlerin çıkarlarının üzerinde tutulmaya çalışılmaktadır. Küresel sistemdeki egemen güçlerin halkın desteğini arkasına almış bu tür iktidarları devirebilmesinin tek yolu ise darbeler yapmak ve askeri rejimler aracılığıyla bürokratik otoriter devlet formları inşa etmektir.
2 Balta, Evren, ‘Geçmişten Günümüze Darbeler’, Toplumsal Tarih, 273, Eylül 2016, s.54,55
 Türkiye’de gerçekleşen darbeleri de bu yaklaşım ile açıklamak doğru olacaktır. Türkiye iç ve dış politikada bağımsızlaşma eğilimleri gösterdiği ve dolayısıyla dış güçlerin çıkarlarına aykırı hareket etmeye başladığı dönemlerde askeri müdahaleler ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. Çalışmanın ikinci kısmında Türkiye’de yaşanan darbeleri O’Donnell’in sunduğu model üzerinden açıklanmaya çalışılacaktır. Bu kısımda 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2016 yıllarında yaşanan müdahelelerin öncesinde ve sonrasında meydana gelen siyasi gelişmeler ayrı ayrı analiz edilecek ve Türk-Amerikan ilişkileri üzerinden O’Donnell’in sunduğu model ve Türkiye’deki darbeler arasında bir paralellik kurulmaya çalışılacaktır.
2) O’DONNELL’İN BÜROKRATİK OTORİTERYANİZM MODELİ VE TÜRKİYE’DE YAŞANAN DARBELER
Türkiye’de yaşanan darbeler üzerinde dış güçlerin etkisi söz konusu olduğunda ise akla gelen ilk süper güç Amerika Birleşik Devletleri’dir. Şu zamana kadar ABD’nin Türkiye’deki askeri müdahalelerdeki rolü resmi belgelere dayandıralarak ispatlanamamıştır. Buna rağmen yaşanan darbelerin  öncesinde ve sonrasında Türkiye’de meydana gelen politik değişiklikler incelendiğinde ABD’nin üstlendiği rol  açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
27 Mayıs 1960 darbesinden önceki Demokrat Parti dönemine baktığımızda olumlu bir çizgide ilerleyen Türk-Amerikan ilişkilerinin bir noktadan sonra iki devlet arasında yaşanan görüş ayrılıklarından dolayı gerilimli bir boyuta taşındığını görüyoruz. ABD’den Türkiye’ye verilen yardımların nasıl kullanılacağı konusunda yaşanan sorunlar, haşhaş üretimi konusunda yaşanan görüş ayrılığı ve Menderes’in Moskova ziyareti planının iki devlet arasında yarattığı gerilimler 27 Mayıs’da yaşanacak darbenin habercileriydi.
Yine 12 Mart 1971 muhtırası öncesi dönemde Türkiye-ABD ilişkilerine bakıldığında ise 1960’ların ortasından itibaren sorunların ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Kıbrıs Krizi, Haşhaş üretimi konusunda yaşanan anlaşmazlık, ABD’nin Türkiye’nin geliştirdiği yeni büyük yatırımlar ve projelere karşı çıkması ve Türkiye’nin de yatırımların tamamlanması için gereken yardımı SSCB’den alması, Amerikan üslerinin kullanımı ve NATO’ya üyelik konusunda yaşanan  görüş ayrılıkları 1971 muhtırasının habercileri olarak düşünülebilir.
12 Eylül 1980 darbesinden önceki döneme bakıldığında ise 1974’te kurulan CHP – MSP koalisyon hükümetinin haşhaş ekim yasağını kaldırması, sonrasında ise Kıbrıs’a yönelik
3 ‘Darbeler ve ABD’, Al Jazeera Türk, 24 Ağustos 2016
müdahalesinin Ankara ve Washington arasındaki ilişkileri yeniden gergin bir zemine taşımaya başladığını görmekteyiz. ABD bu iki karara tepki olarak 1975-78 arası Türkiye’ye yönelik ambargo başlatmış ve Türkiye de bu ambargoya cevap olarak ülkedeki Amerikan üslerini kapatmıştır. Türk dış politikasında ise Sovyetlere ve Orta Doğu ülkelerine yönelik yakınlaşma çabalarının başladığını görmekteyiz.
Benzer şekilde 28 Şubat 1997’de gerçekleşen Post Modern darbe öncesinde de Erbakan’ın İsrail karşıtı ve İslam aleminde dayanışmayı vurgulayan mesajlarının ABD’yi tedirgin ettiğini ve ilişkileri gergin bir düzleme taşımaya başladığını görmekteyiz.
AK Parti hükümetleri döneminde Türk-Amerikan ilişkilerine baktığımızda ise bölgesel gelişmelerin de etkisiyle eskiye kıyasla daha fazla sorun alanının oluştuğunu söyleyebiliriz. İki devlet arasında genel olarak Suriye’ye yönelik geliştirdikleri stratejilerde ve PYD/YPG’ye yönelik bakışlarında büyük farklılıklar mevcuttu.
Özetle; darbelerden önceki dönemler birlikte ele alınacak olursa; 5 askeri müdahelenin hepsinden önce Türk-Amerikan ilişkilerinde oldukça gerilimli dönemler yaşandığını görmekteyiz. Bu gerilimlerin temelinde ise mevcut hükumetlerin iç ve dış politikada ABD’den bağımsızlaşma çabalarının ABD tarafından rahatsızlıkla karşılanması yatıyor. İlişkilerin gerginleşmesinin ikinci sebebi ise; 1960, 1971 ve 1980 darbelerinden önce Türkiye’nin Sovyetlerle yakınlaşması, 1997 ve 2016 müdahalelerinden önce de benzer şekilde dış politikada ilişkilerin çeşitlendirilmesi doğrultusunda adımlar atılmasıdır. Bu noktalardan hareketle ABD’nin darbeler aracılığı ile kendi yörüngesinden çıkmaya başlayan Türkiye’yi, tekrar eski yörüngesine oturtmaya çalıştığı argümanı öne sürülebilir.
Bununla birlikte askeri müdahalelerin hepsinin Türk-Amerikan ilişkilerinin gergin olduğu dönemlere denk gelmesi durumu tek başına ABD’nin bu darbelerde oynadığı rolü ispatlamaya yetmeyecektir. Bu rolün daha açık bir şekilde ortaya konabilmesi için ABD’nin ve askeri hükumetlerin  bu darbelerden sonra ortaya koyduğu tutuma ve darbe sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gelişmelere de bakılması gerekmektedir.
Darbecilerin darbe bildirilerinde, askeri muhtıralarda ve darbeden sonra yapılan açıklamalarda özellikle ABD’ye olan bağlılığın sürdürüleceğine vurgu yaptıklarını görmekteyiz. ABD cephesinde ise bazı dönemler açıktan darbeye destek verilirken, diğer dönemlerde ise darbeye sessiz kaldıklarını görmekteyiz.
4 Erhan, Çağrı, ‘Türkiye’de Darbeler ve ABD’, Türkiye Gazetesi, 24 Temmuz 2016
 Darbeler sonrası Türk-Amerikan ilişkilerine bakıldığında ise; bu dönemlerde darbe öncesi dönemlerde yaşanan sıkıntıların hemen hepsinin ABD lehine çözüldüğünü, askeri hükumetlerle ABD arasında iyi ilişkilerin yeniden tesis edildiğini ve Türkiye’yi ekonomik ve siyasi yönden tekrar ABD’ye bağımlı hale getirecek hamlelerin atılmaya başlandığını görmekteyiz.
Türkiye’deki ters demokratikleşme hareketlerinde ABD’nin etkisini kanıtlayan en somut delillerden birisi ise basına yansıması 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında basına yansıyan ‘Bizim çocuklar başardı’’ vakasıdır. Darbe resmen ilan edilmeden önce darbenin Washington’da CIA şefi tarafından dönemin ABD Başkanı’na “Bizim çocuklar başardı” diye müjdelendiği bilinmektedir.
Dolayısıyla askeri müdahaleler öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler birlikte ele alındığında ABD’nin bu darbelerde belirleyici bir rol oynadığı görülecektir.(Not:15 Temmuz 2016 darbesi istenilen sonuca ulaşmadığı için darbe sonrası dönemlere yönelik yapılan çıkarımlar bu askeri müdahale için geçerli değildir.) Yani; Türkiye ABD’ye olan bağımlılığını azaltma girişiminde bulunduğu zamanlarda, dış politikada ilişkilerini çeşitlendirmeye ve farklı açılımlarla gündeme gelmeye başladığında, yani özetle; iç ve dış politikada bağımsızlaşma eğilimleri gösterdiği dönemlerde askeri müdahaleler ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. Bu incelemeler Türkiye’de yaşanan darbelerin O’Donnell’in bürokratik otoriteryanizm modeliyle açıklanabileceğini de göstermektedir. O’Donnell’in söylediği gibi uluslararası alan ile ulusal alan arasındaki makasın açıldığı(ABD-Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girdiği dönemlerde) dönemlerde askeri darbeler dış güçler tarafından etkili araçlar olarak kullanılmaktadır. Bir başka deyişle; hakim küresel sistemde Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin büyük güçlerin yörüngesinden çıkıp bağımsız hareket etme girişimlerine darbeler aracılığıyla ket vurulmakta ve tabiri caizse bu ülkeler tekrardan eski rayına oturtulmaktadır.
3)1950’DEN GÜNÜMÜZE DÜNYA’DAKİ DARBE TRENDLERİ VE TÜRKİYE’DEKİ DARBELER
Jonathan M Powell & Clayton L. Thyne  2011 yılında yaptıkları ‘’Global instances of coups from 1950 to 2010: A new dataset’’ isimli çalışmalarında 1950-2010 yılları arasında Dünya genelinde yaşanan darbelerle ilgili yeni verileri ve darbelerin belli dönemlerde takip ettikleri trendleri ortaya koymuşlardır.
5  Powell, Jonathan M., Thyne, Clayton L.,  ‘’Global instances of coups from 1950 to 2010: A new dataset’’, Journal of Peace Research 48(2), 2011, s.255
*
Çalışmalarında 1950-2010 yılları arasında bütün dünyada toplam 457 darbe girişiminin olduğu sonucuna varmışlardır. Bu yıllar arasında darbeler 94 ülkede gerçekleşmiştir. Grafikde görüldüğü üzere darbeler Dünya’daki belli bölgelerde kümelenmiş haldedir. Daha çok gelişmişlik düzeyi düşük ülke ve bölgelerde yaygın olduğunu söylemek mümkündür. Dağılımı yüzde ile ifade edecek olursak; Afrika: 36.5%, Latin Amerika: 31.9%, Orta Doğu: 15.8%, Asya: 13.1% ve Avrupa: 2.6%. Grafikde görüldüğü üzere Türkiye darbelerin yoğun bir şekilde gerçekleştiği Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerine oldukça yakın bir jeopolitik konuma sahiptir. Bu bölgelerdeki ülkelerde gerçekleşen siyasi dalgalanmaların Türkiye üzerinde etkilerinin olması kaçınılmazdır.
**
Yukarıdaki grafikte ise Dünya genelinde 1950-2010 yılları arasında darbelerin hangi sıklıkla meydana geldiği gösterilmiştir. Bu grafik üzerinden yapılan genel çıkarımlar, ve darbelerin sıklıkları ile ilgili elde edilen trendler Türkiye’deki darbeleri de uluslararası konteks içerisinde anlamlandırabilmek için faydalı olacaktır. Grafik üzerinden bazı çıkarımlar yapacak olursak;
6*,** Powell, Jonathan M., Thyne, Clayton L.,  ‘’Global instances of coups from 1950 to 2010: A new dataset’’, Journal of Peace Research 48(2), 2011, s.255,256
1)Bu grafikden çıkarılabilecek en genel çıkarım tarihsel süreçde dünya genelinde darbelerin belirli küresel dalgalar halinde meydana geldiğidir. Küreselleşen dünyamızda dünyanın bir yerinde meydana gelen darbe ister istemez diğer ülkeleri de etkileyecektir. Dolayısıyla meydana gelen darbelerin analizi yapılırken bu geniş çerçeve içinde ele alınması kaçınılmaz olacaktır.
2) Dünya genelinde günümüze yaklaştıkça darbelerin meydana gelme sıklıklarında ve gerçekleşen başarılı darbe sayısında belirgin bir düşüş yaşanmıştır.  
3) 1950’den 1980’li yılların başına kadar genel olarak geçekleşen darbelerin sayısında bir artış trendi yaşanırken, 1980’li yılların sonlarından itibaren genel olarak bir düşüş trendi yaşandığını söyleyebiliriz.
4) 1960 ve 1970’lerin ortaları ve 1990’ların başı dünya genelinde gerçekleşen askeri müdahale sayısının zirve yaptığı dönemlerdir.
5) 21.yy’da darbelerin sayısında önemli bir düşüş olduğunu görmekteyiz. Bununla birlikte 2003 yılı ile birlikte darbelerin başarılı bir şekilde sonuçlanma oranlarında da önemli bir artış olmuştur. Bakıldığında 2003’ten günümüze 2011’e kadar gerçekleşen 18 darbeden 12 sinin(%67) başarılı olduğunu görmekteyiz. Bu dönemde başarı oranı %49.7’den %67’ye yükselmiştir.
Soğuk Savaşın Unsurları, Uluslararası Sistem ve Türkiye’de gerçekleşen 1960, 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri
İki kutuplu soğuk savaş döneminde büyük güçlerin üçüncü dünya ülkelerini kendi yanlarına çekebilmek için cephede silahlı çatışmak yerine alternatif savaş tekniklerini kullandıklarını bilmekteyiz. Bu tekniklerden en etkili biçimde kullanılanı ise askeri darbeler olmuştur. Bu darbeler aracılığıyla yandaş olmayan hükümetler yönetimden devrilerek, yandaş hükümetlerin iktidara gelmeleri sağlanmıştır. Soğuk savaş ikliminde hakim olan Doğu-Batı çatışmaları Türkiye de dahil olmak üzere Orta Doğu bölgesini derinden etkilemiştir. Bakıldığında Türkiye’de gerçekleşen 1960, 1971 ve 1980 askeri müdahalelerinin de darbelerde bir artış trendinin görüldüğü Soğuk Savaş döneminde gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Dolayısla bu darbelerin arka planını görebilmek için bunları II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzenini içerisinde ele almalıyız.
7 Balta, Evren, ‘Geçmişten Günümüze Darbeler’, Toplumsal Tarih, 273, Eylül 2016, s.51,52
8Boztaş, Asena, ‘Türk Demokrasisine Müdahaleler’, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 9, 2012, s.65-73
Bu dönemde uluslararası sistemde olduğu gibi Türkiye’de de toplum ve siyaset sağ-sol olarak kesin çizgilerle ikiye ayrılmıştır. Soğuk Savaş döneminde hakim olan ideolojik savaş Türkiye’de de etkisini göstermiş, özellikle ülkedeki genç kitle bu ideolojik fikir akımlarından etkilenmişlerdir. 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesinin gerçekleştiği dönemde Türk solunun uluslararası sistemde etkisini ağır bir şekilde göstermeye başlayan sol fikirlerden büyük oranda etkilendiği bilinmektedir. Bu dönemde askeri müdahalelere uygun zemin hazırlanabilmesi için dış güçlerin iç dinamikleri tetikleyerek kaos ortamı oluşturmaya çalıştıklarını da görmekteyiz. Türkiye’de darbelerle sonuçlanan sağ-sol kavgalarını bu minvalde ele almak doğru olacaktır.
1980’lerin Sonlarından İtibaren Dünya Genelinde Gerçekleşen Darbe Sayısındaki Düşüşün Sebepleri ve 1980 Darbesi sonrası Türkiye
  Soğuk Savaşın bitişi ile birlikte ABD ve Rusya hala benzer örnekleri olmakla birlikte eski dönemde olduğu kadar çok darbeleri destekleme stratejilerini kullanmamışlardır. Yani aslında sistemik bir değişimin sonucu olarak darbelerin meydana gelme sıklıklarında da önemli bir düşüş yaşanmıştır.
- Bu stratejik ve taktiksel değişim uluslararası hakim norm ve değerlerde meydana gelen birtakım değişimlerle eş zamanlı gerçekleşmiştir. Yeni dönemde askeri müdahalelerin uluslararası sistemde sorgulanmaya başlandığını; bir diğer deyişle meşruiyetlerini kaybetmeye başladıklarını görmekteyiz. Böyle bir eğilimin ortaya çıkmasında küresel çapta demokratikleşme hareketlerinin hız kazanması ve demokratik kurum ve değerleri kabul eden ülkelerin sayısının artmasının çok önemli bir rolü olmuştur. Bu dönemde darbeler gerçekleşse de  kısa bir sürede askeri diktatörlükler(ara rejimler) iktidarı sivil yöneticileri bırakmıştır.
-Yine bu demokratikleşme dalgasına paralel olarak orduların siyasetteki ağırlıklarının artan bir şekilde sorgulanmaya başlanması ve seçilmişler tarafından denetlenmesi için oluşturulan mekanizmaların çoğalması da darbelerin bir düşüş trendine girmesinde etkili olmuştur.
-Dünya genelinde ülkelerin refah oranında bir artış meydana gelmesi de iç huzursuzlukların azalmasıyla doğru orantılı olarak meydana gelen darbelerin sayısında bir düşüşe yol açmıştır.
- Küreselleşmenin de bu düşüşte önemli bir etkisi vardır. Küresel ekonomik sisteme daha çok entegre olmuş ülkeler ülkelerine yabancı yatırımcı çekmeye çalışırlar.
9 Frıedman, Uri, ‘The Thailand Exception: Are Coups a Thing of the Past?’, The Atlantic, May 23, 2014
Darbelerin neden olacağı belirsizlik, öngörülemezlik ve siyasi istikarsızlık ortamı bu ülkelerin yabancı yatırımlar ve diğer yollarla küresel ekonomik sisteme entagrasyonu önünde çok büyük bir engel oluşturacaktır. Bu perspektife göre ülkeler uluslararası ekonomik bağlarını artırdıkça ülkelerindeki demokratikleşme de hızlanacaktır. Bu durumu kapitalist barış tezinin iç siyasi alana uygulanması olarak düşünebiliriz.
Türkiye’de de 1980 darbesinden sonran demokrasiye dönüş sürecinin başladığını görmekteyiz.  Haziran 1981’de Kurucu Meclis hakkında kanun yayınlanmış, 7 Kasım 1982 gününde ise yapılan yeni anayasaya halk oylamasına sunulmuştur. Anavatan Partisi’nin tek başına iktidar olduğu 6 Kasım 1983 genel seçimleri ile de demokrasiye tam geçiş sağlanmıştır. Yani 3 sene içerisinde yönetim, silahlı kuvvetler tarafından tekrar sivillere bırakılmıştır. Türkiye’nin, 1987’de gerçekleştirdiği Anayasa değişikliği ile askeri vesayetten kurtulma sürecinin ilk adımını atmış olması da bu dönemde sürmekte olan demokratikleşme dalgasının Türkiye üzerinde de etkisinin olduğunun somut bir delilidir. 1980 darbesinden sonra dünya genelinde hakim olan darbe trendindeki düşüşe paralel olarak Türkiye’de de 1997 müdahalesine kadar askeri bir müdahalenin gerçekleşmediğini görmekteyiz.
1990’larla Birlikte Başlayan Dönem ve 28 Şubat 1997 Askeri Müdahalesi
Bazı düşünürler 1990’larla birlikte başlayan dönemde Huntington’un bahsettiği 3.demokratikleşme dalgasına ters bir dalganın ortaya çıktığını ileri sürerler. Bu görüşü savunanlara göre batı bu dönemde özellikle İslam medeniyeti olmak üzere Batı dışı medeniyetleri kendilerine düşman olarak gören ve bunların etkisiz hale getirilmesini gerektiren bir yaklaşımı benimsemeye başlamıştır. Sovyetlerin yıkılması ile başlayan dönemde batılılar için İslam mevcut düzen için öncelikli tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. Bu görüşe göre Huntington 1993’te yayınlanan ‘Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Oluşumu’ isimli çalışmasında bu yeni yaklaşımı açık bir şekilde dile getirmektedir. Bu görüşü göre 90’ların başından itibaren, başta Amerika olmak üzere büyük güçler İslam dünyasında gizli veya açıktan bir takım operasyonlar ve askeri müdahaleler yürütmektedirler. 28 Şubat 1997’de gerçekleşen askeri müdahaleyi de bu uluslararası çerçevede  değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Belki 2007 e-muhtırasını ve 15 Temmuz girişimini de bu dalga içinde düşünebiliriz.
10 Chacha, Mwita, Powell, Jonathan, ‘Economic Interdependence and Post-Coup Democratization’, Journal Democratization, 08 Dec. 2016, s.19,20
11 Bersay, A.Kemal, ‘Huntington ve demokrasi’, Anlayış Dergisi, Temmuz 2006
21.Yy’da Gerçekleşen Darbeler Ve 15 Temmuz
21.yy’da darbelerin sayısında önemli bir düşüş olduğunu görmekteyiz. Günümüzde darbeler 60’lar, 70’ler ve 80’lerin başlarına kıyasla daha az yaygın. Soğuk savaşın bitişinden günümüze kadar geçen süre göz önüne alındığında 2000’lerle birlikte başlayan dönemde iç savaşların vs. artmasına bağlı olarak uluslararası sistemde gözle görülür bir şekilde istikrarsızlığın arttığını görmekteyiz. Bununla birlikte 2003 yılı ile birlikte darbelerin başarılı bir şekilde sonuçlanma oranlarında da önemli bir artış olmuştur. Bakıldığında 2003’ten günümüze 2011’e kadar gerçekleşen 18 darbeden 12 sinin(%67) başarılı olduğunu görmekteyiz. Bu dönemde başarı oranı %49.7’den %67’ye yükselmiştir. Yani günümüze doğru darbelerin yaygınlığı azalmasına rağmen son dönemde gerçekleşen darbe girişimlerinin yüksek başarı oranı göstermesi, darbelerin küresel sistemde hala iktidar ilişkilerini etkileyebilen bir faktör olarak geçerli ve etkili olabildiğini göstermektedir.
Bu dönemde eskisinden farklı olarak demokratik olmayan ülkelerde değil, demokrasiler arasında darbelerin yaygınlaşmaya başladığını görüyoruz. 2000’lerle birlikte başlayan dönemde meydana gelen darbelerin pek çoğunun demokrasilere karşı yapıldığını görmekteyiz. 2000’den günümüze ülkelerinde demokratik seçimlerle işbaşına gelen iktidarlar darbeler sonucu değişime uğramak durumunda kalmıştır.
Son 10 yılda darbelerin meydana geldiği demokrasilere bakıldığında; Mısır(2013), Thailand(2014), Honduras(2009), Fiji(2006) gibi farklı bölgelerden ülkelerin olduğunu görmekteyiz. 2000’den bu yana darbelerle görevlerine son verilen liderlerin yaklaşık 2/3’si demokrasi ile yönetilen ülkelerin liderleriydi. Dolayısıyla uluslararası bağlamda düşünüldüğünde 15 Temmuz’da gerçekleşen darbenin demokratik bir ülke olan Türkiye’de gerçekleşmesi olağandışı bir durum değildir ve zaten mevcut olan bir dalganın devamı gibi düşünülebilir. İlginç olan  15 Temmuz 2016’da Türkiye’de gerçekleşen darbe girişiminin 2000’li yıllarla birlikte başlayan darbelerin başarı oranındaki artış eğiliminin dışına çıkarak halk tarafından bir karşı darbe hareketi ile püskürtülmüş olması yani başarısız olmasıdır. Girişimin başarısız olmasının nedeni son dönemde darbelerin meydana geldiği diğer demokrasilerde darbeler için uygun zemin oluşturan şartların Türkiye’de 15 Temmuz öncesinde bulunmamasıdır. Peki bu şartlar nelerdir?
12 Bell, Curtis, Powell, Jonathan, ‘’Turkey’s coup attempt was unusual, but not for the reasons you might expect’’, The Washington Post, July 22, 2016

Birinci şart: Demokrasilere karşı gerçekleştirilen darbelerin başarılı sonuçlanması için katalizör rolü oynayan en önemli etmenlerden biri darbenin zamanlamasıdır. Çoğu darbenin seçim dönemlerine yakın zamanlarda gerçekleştiğini görmekteyiz. Ordu kendisinin aleyhine olacak bir seçim sonucu beklediğinde gidişatı kendi lehine değiştirmek için bu yolu tercih edebilmektedir. Seçim dönemlerinde halklar daha mobilize bir durumda oldukları için halkın darbeye destek verme oranı da yükselmektedir.  Aşağıdaki grafikde de görüldüğü gibi; son 10 yılda demokrasilere karşı gerçekleşen darbelerin yaklaşık yarısı en yakın seçim döneminden önceki veya sonraki 6 aylık zaman diliminde gerçekleşmiştir.
***
 15 Temmuz darbesi ise Türkiye’de herhangi bir seçim dönemine yakın bir zaman diliminde gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla Türkiye’de 15 Temmuz’da darbelerin başarılı sonuçlanması için önemli olan bu faktör devre dışı kalmıştır.
İkinci şart: Darbelerin başarılı olmasında mevcut lider ve iktidarların halkın desteğini alıp almadığı önemli bir belirleyendir. Son dönemde Mısır, Burundi, Honduras ve Thai’de gerçekleşen darbelere baktığımızda darbe öncesinde bu ülkelerde mevcut iktidar ve liderlere karşı toplu gösteriler ve  protestoların olduğunu ve bu ülkelerin iç savaşa, kaosa doğru gitmekte olduğunu görüyoruz. Türkiye’yi bu ülkelerden farklı kılan nokta Erdoğan’ın ve mevcut hükumetin geniş halk kesimlerince büyük destek görmesidir. İktidarın güçlü halk desteğini sürdürmesinin darbenin başarılı olmasının önündeki en büyük engel olduğu söylenebilir. Çünkü o gece darbenin büyük oranda sivil direniş tarafından bertaraf edildiği görülmektedir. 3.Şart: Yine son dönemde darbelerin meydana geldiği Mısır, Tayland gibi ülkelerde orta sınıf halkın önceliğinin ülkede siyasi istikrar ve ekonomik gelişmişliğin sağlanması olduğunu ve bu zaruri amaçlarına ulaşmak için darbeleri ve orduyu bir araç olarak görüp bunlara destek verdikleri bilinmektedir.
13*** Bell, Curtis, Powell, Jonathan, ‘’Turkey’s coup attempt was unusual, but not for the reasons you might expect’’, The Washington Post, July 22, 2016
14 Frıedman, Uri, ‘The Thailand Exception: Are Coups a Thing of the Past?’, The Atlantic, May 23, 2014
Bu durum literatürde ‘’middle-class military coup’’olarak kavramsallaştırılmıştır. 15 Temmuz gecesinden  önce Türkiye’de böyle bir durumun varlığından söz etmek de oldukça zordur. Darbeyi kolaylaştıran bu üç koşulun( çekişmeli bir seçim döneminin olması, halk genelinde bir popüler hoşnutsuzluk dalgasının olması ve halkın darbelere ve orduya yönelik negatif bir tutumunun olmaması) Türkiye’de var olmaması dolayısıyla darbe girişimi başarılı olamamıştır. Bu yüzden 15 Temmuz darbesi içinde gerçekleştiği kontekst ve şartlar bakımından olağandışı bir örnek teşkil etmektedir. 2000’lerle birlikte başlayan, daha çok demokrasilerde meydana gelen ve başarılı bir şekilde sonuçlanan darbe girişimleri trendinin dışında kalan bir örnektir.
4)KÜRESEL DEMOKRATİKLEŞME VE DEMOKRASİZLEŞME DALGALARI VE TÜRKİYE’DEKİ DARBELER
Küreselleşen dünyada herhangi bir ülkede meydana gelen demokratikleşme hareketleri ya da askeri darbeler gibi ‘demokrasizleşme’ olarak nitelendirebileceğimiz girişimlerin diğer ülkelere de yayılması kaçınılmazdır. Bu noktadan hareketle Huntington geçmişten günümüze demokratikleşme ve demokrasizleşme hareketlerinin dünya genelinde pek çok ülkeyi farklı derecelerde etkileyen dalgalar halinde meydana geldiğini öne sürmüştür.  Kendisi 1800ler’den günümüze 3 demokratikleşme dalgasının, 2 tane de ters dalganın yaşandığını öne sürmüştür. Darbeleri Türkiye’deki ters demokrasi dalgaları olarak da nitelendirebiliriz.
****
Bu grafikde parantez içindeki değerler, bir önceki döneme göre demokratik ülke sayısındaki artış ve azalışı göstermektedir. Birinci dalgayı başlatan olaylar Amerikan(1783) ve Fransız(1799) devrimleri olmuştur.  Bu devrimlerle birlikte demokrasi dünyaya da yayılmıştır. Bakıldığında Osmanlı son döneminde gerçekleşen modernleşme ve demokratikleşme hareketleri  ve Cumhuriyet’e geçişin yaşandığı dönem bu döneme denk gelmektedir. Bu dönem sadece Osmanlı imparatorluğunda değil, diğer bazı imparatorluklarda da benzer geçişlerin yaşandığı bir dönemdir. Osmanlı son döneminde padişahlara yönelik ters demokratik dalga niteliğinde bazı müdahalelerin gerçekleştirildiğini bilmekteyiz. Ancak genellikle Abdüzaziz’in yeniçeriler tarafından tahttan indirilişi Türk siyasi tarihindeki ilk askeri darbe olarak kabul edilmektedir. 15**** Demir,Osman, Üzümcü, Adem, ‘Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin Sebepleri Üzerine Bir İnceleme’, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 1/2002, s.177
Bu 1.demokratikleşme dalgası 1922’de Mussolini’nin iktidara gelmesiyle tersine dönmüştür. 1922-1942 yılları arası Türkiye’de de tek parti iktidarının ve otoriter bir yönetimin olduğu bir dönemdir. Bununla birlikte bu dönemde İtalya’da olduğu gibi diğer bazı ülkelerde de benzer eğilimler gözlemlenmekteydi.
2.dalganın 2.Dünya Savaşı’nın bitmesi ve dekolonizasyon sürecinin başlaması ile başladığını görmekteyiz. ) 1950’lerde birlikte başlayan bu demokratikleşme dalgası Asya, Avrupa, Afrika ve Güney Amerika kıtasında etkilerini gösterdi. Grafikden de görüldüğü gibi bu dönem demokrasiye geçişin en fazla olduğu dönemdir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk demokratik seçimi olarak kabul edilen 15 Mayıs 1950 seçimleri ile bu demokratikleşme dalgasına paralel olarak Türkiye’de de önemli bir demokratikleşme dalgasının başladığını görmekteyiz. Yani bu dalga Türkiye’yi de etkilemiştir.
1960’larla birlikte başlayan militarist dönem 2.  bir ters dalga olarak düşünülmektedir. Türkiye tarihindeki ilk iki askeri müdahale olan 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbeleri 2.ters dalga içinde meydana gelmiştir. Darbeleri Türkiye’deki ters demokrasi dalgaları olarak da nitelendirebiliriz.
1974’te Portekiz’de diktatörlüğün sona ermesiyle başlayan üçüncü ve son dalga ise; Huntington’a göre halen devam etmektedir. Huntington özellikle 1989 yılında SSCB’nin yıkılması ile birlikte dünyadaki demokratik ülke sayısında tekrar hızlı bir artışın meydana geldiğini öne sürmektedir.
Ancak bunu bir 4.dalga olarak değerlendirmemiştir. Bunu 4.bir dalga olarak değerlendiren görüşler bulunmaktadır. Bununla birlikte yukarıda da değindiğim gibi 90larla birlikte 3.bir ters dalganın başladığını öne süren görüşler de vardır. Eğer bu görüşü esas alırsak 1997,2007 ve 2016 müdahalelerini de daha kolay bir şekilde uluslararası çerçeveye oturtabiliriz diye düşünüyorum. 2000’lerle birlikte başlayan ve daha çok demokratik ülkelerde gözlemlenmeye başlayan darbeler bu tezi desteklemektedir. Ancak bu darbelerin sayısının geçmişe göre daha az olması ve dünya genelinde bir yeterince yaygın olmaması bu eğilimi bir dalga olarak nitelememizi zorlaştırmaktadır. Şu an içinde bulunduğumuz dönemin 3.bir ters dalga olup olmadığı sorusu üzerine düşünülebilir.Gözlemciler gelecek için henüz dördüncü bir demokratikleşme dalgasını ise öngörmüyorlar. SSCB yıkıldıktan sonra beklenenin aksine demokratik rejimlerin değil Hibrid rejimlerin yaygınlaşmaya başladığı düşünülüyor.
16 Ö. Kaboğlu İbrahim, ‘Demokratikleşme Dalgaları ve Türkiye...’, BirGün, 26.02.2015
17 Kurmel, Ömer Aytek, ‘Demokratikleşme Dalgaları’, Cherkessıa, 04 Mayıs 2015
SONUÇ:
Türkiye sahip olduğu jeopolitik konumu ve köklü geçmişi sebebi ile geçmişten günümüze hem küresel sistemdeki gelişmeleri etkileyebilen, hem de bu gelişmelerden yoğun bir şekilde etkilenen bir ülke olagelmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de Osmanlı son döneminden itibaren görülmeye başlanan demokratikleşme hareketlerini ve darbe gibi müdahale şekilleri ile demokrasiden uzaklaşma eğilimlerini küresel sistemdeki dalgalar ve trendlerden bağımsız olarak düşünmemiz imkansızdır. Bu yüzden darbelerin daha doğru bir şekilde analiz edilebilmesi için meydana geldikleri dönemdeki uluslararası konjonktürle birlikte ele alınmaları büyük önem arz etmektedir.

















KAYNAKÇA
1)    Demir,Osman, Üzümcü, Adem, ‘Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin Sebepleri Üzerine Bir İnceleme’, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 1/2002
2)    Balta, Evren, ‘Geçmişten Günümüze Darbeler’, Toplumsal Tarih, 273, Eylül 2016
3)    ‘Darbeler ve ABD’, Al Jazeera Türk, 24 Ağustos 2016
4)    Erhan, Çağrı, ‘Türkiye’de Darbeler ve ABD’, Türkiye Gazetesi, 24 Temmuz 2016
5)    Powell, Jonathan M., Thyne, Clayton L.,  ‘’Global instances of coups from 1950 to 2010: A new dataset’’, Journal of Peace Research 48(2), 2011
6)    Boztaş, Asena, ‘Türk Demokrasisine Müdahaleler’, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 9, 2012
7)    Frıedman, Uri, ‘The Thailand Exception: Are Coups a Thing of the Past?’, The Atlantic, May 23, 2014
8)    Chacha, Mwita, Powell, Jonathan, ‘Economic Interdependence and Post-Coup Democratization’, Journal Democratization, 08 Dec. 2016
9)    Bersay, A.Kemal, ‘Huntington ve demokrasi’, Anlayış Dergisi, Temmuz 2006
10)                      Bell, Curtis, Powell, Jonathan, ‘’Turkey’s coup attempt was unusual, but not for the reasons you might expect’’, The Washington Post, July 22, 2016
11)                      Ö. Kaboğlu İbrahim, ‘Demokratikleşme Dalgaları ve Türkiye...’, BirGün, 26.02.2015
12)                       Kurmel, Ömer Aytek, ‘Demokratikleşme Dalgaları’, Cherkessıa, 04 Mayıs 2015

14)                      http://blog.kavrakoglu.com/tag/ucuncu-dalga-teorisi/

Çözüm Süreci Üzerine...

GİRİŞ
30 yılı aşkın bir süredir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kanayan yarası olmaya devam eden ‘Kürt Meselesi’, Ak Parti’nin 2002 yılında iktidar partisi olması ile birlikte çok farklı bir zeminde ele alınmaya başlandı. Ak Parti hükumetleri süresince soruna farklı bir teorik çerçeveden bakıldığını, sorunun temel paradigmalarının değiştiğini ve bu doğrultuda da sorunla mücadele bağlamında farklı ve alışılmamış stratejiler geliştirilip, uygulamaya konduğunu görmekteyiz. Farklı kesimlerce takdir edilip edilmemesi bir tarafa, Ak Parti hükumetlerinin ‘Kürt Sorunu’ bağlamında Türkiye Siyasi tarihinde benzerine rastlanmamış devrim niteliğinde yeni bir anlayışla ortaya çıktığı ortadadır. Bugün iktidar partisinin bu soruna yönelik geliştirdiği yeni kavramlar ve yeni terminoloji, meseleyi farklı bağlamlarda da tartışabilmemize olanak sağlamaktadır. Açılımla birlikte artık sorunun sadece terörle mücadele kapsamında salt askeri bir anlayışla değerlendirilmediğini ve toplumun farklı kesimlerince tartışılabilir, üzerinde araştırma ve çalışmalar yapılabilir bir hale geldiğini görmekteyiz. Ak Parti’nin ortaya koyduğu irade ile ‘Kürt Sorunu’ artık sadece belli kesimlerin sorunu olmaktan çıkmış ve bütün topluma mal olmaya başlamıştır. Bu sayede Türkiye’deki farklı toplumsal kesimler bu sorunu içselleştirebilmiş ve Kürt azınlığın sorunlarına yönelik empati kurabilme şansına sahip olmaya başlamışlardır.
Bu noktadan hareketle, Kürt açılımının başarılı mı başarısız mı olduğu tartışmalarından bağımsız olarak, öncelikle başlatılan sürecin demokrasi anlayışımızın gelişmesi ve demokratikleşmemizde ne denli önemli katkılarda bulunduğunu tespit etmek gerekir. Tarafların sorunu demokratik yollarla çözebilme iradesini ortaya koymaları hem ülkemizin demokratikleşme sürecinde atılan tarihi bir adım olmuş, hem de Türkiye’nin uluslararası toplum nezdinde saygınlığını ve prestijini artıran bir gelişme olarak kendini göstermiştir. AB’nin bu sürece yönelik desteği ve bu süreçde AB üyelik müzakerelerinde kat ettiğimiz yol, çözüm sürecinin  uluslararası platformlarda da Türkiye’nin elini güçlendirdiğinin en önemli göstergelerinden biridir.
Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı konuşma, çözüm arayışına yönelik ilk açılım olarak değerlendirilebilir. Erdoğan ‘Kürt Sorunu’kavramını ilk kez bu konuşmasında kullanacaktır. Bu tabiri kullanarak aslına böyle bir sorunun varlığını da kabul ettiğini göstermiş bulunmaktadır. Bu durum T.C Devleti’nin artık bu önemli sorunu ile yüzleşebildiğini göstermektedir. Erdoğan bu açılımı ile çözümün ana parametlerini de tanımlamıştır: “Daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk ve daha fazla refah.” Bu ilk girişim ile meselenin Kürt vatandaşın sorunu, başka bir deyişle bireysel hakların ihlali ve iktisadi kalkınma temelinde değerlendirildiğini görmekteyiz. Açılımla birlikte sorunun çözümünün ise ancak bireysel hakların kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacak hukuk ve demokratikleşme adımlarının atılması ve iktisadi olarak bölgenin kalkındırılması ile söz konusu olabileceği ileri sürülmekteydi. "Demokratik sürecin geriye doğru işlemesine izin vermeyeceğiz... Şundan hiç endişeniz olmasın, söyleyecek sözü olan herkesi dinlemeye hazırız, hakkaniyet sahibi herkese kulak vermeye hazırız. Yeter ki gelecek umutlarımıza gölge düşüren şiddeti ve kavgayı bertaraf edelim."
2009 yılında başlatılan açılımla birlikte, 2005 açılımının temel yaklaşımını devam ettirmekle birlikte, sürece yeni parametrelerin de dahil edildiğini görmekteyiz. Sürece damgasını vuran Oslo Görüşmeleri, sürecin metodolojisinde meydana gelen değişimi de gözler önüne sermekteydi. Sürecin metodolojisi dikkate alındığında 2009 açılımının iki temel yaklaşıma dayandığını görmekteyiz: 1) PKK/Kürt meselesinin birbirinden ayrı düşünülemeyecek meseleler olduğu, 2) Sorunun hem bireysel hem de kolektif haklar yönünden ele alınması gerektiği. 2009 yılı ile birlikte iktidar Kürt vatandaşa yönelik başlattığı açılımın sorunun çözümü için yeterli olmadığını ve PKK  terör örgütünün de sürecin bir parçası olması gerektiği kanaatine vardı. Oslo sürecinde bu anlayışın uygulamaya da geçirildiğini görmüş olduk.
Ak Parti’nin ‘kalıcı çözüm’ arayışı ile başlattığı 2005 ve 2009 açılımlarının sonuçsuz kalması, Ak Parti’yi 2013 yılında ‘Çözüm Süreci’ olarak adlandırılan Türkiye siyasi tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan yeni süreci başlatma yoluna götürdü. 2012’nin son günlerinde İmralı’da bulunan Abdullah Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında gerçekleşen görüşmelerle başlayan başlayan bu yeni süreç, üçüncü çözüm girişimine işaret etmekteydi. Bu süreçle birlikte, Oslo görüşmeleri, 2005 ve 2009 açılımlarından da bazı yönleri ile farklılaşan bazı yeni anlayışlar ve yaklaşımlar ortaya konmuştur. Bu süreci diğer iki süreçden ayıran özellikler ise; 1) Abdullah Öcalan’ın doğrudan birincil aktör, Kürt seçmenle en yakın teması kuran ve demokratik meşruiyete sahip BDP’nin ise ikincil aktör olarak muhatap alınması 2)çözüme bu aktörler vasıtasıyla ulaşılmaya çalışılması ve önemlisi de 3) bu sürecin açıktan yürütülmesidir. Bugün bazı görüşlere göre iktidarın bu sorunun çözümü konusunda ilerleyen yıllarda daha cesurca adımlar atması gitgide vesayet sisteminin zayıflatılması ile alakalıdır.
 Ak Parti’nin mevcut statükoyu sarsacak ve kendisi için siyasal maliyet oluşturabilecek bu denli ağır bir meseleyi muhalefete rağmen üstlendiğini ve sürecin ana taşıyıcısı olarak ortaya çıktığını ve sürecin sürdürülmesi yönünde irade ve kararlılığını devam ettirdiğini görmekteyiz. Yine Ak Parti’nin kamuoyunun bilgisi dâhilinde ve kamuoyunu yöneterek bu süreci devam ettirmeye çalıştığını görmekteyiz.
Bu yeni ve radikal yaklaşım toplumun belli kesimlerince tepkiyle karşılanırken, mevcut iktidarın başlattığı bu sürece ve politikalarına sahip çıkan yandaş kesimler tarafından da meşru bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Kalıcı barışın tesisi için PKK ve KCK gibi toplumun vicdanında derin yaralar açan terör örgütleri ile dolaylı temaslarda bulunulması ve  bu aktörler ile birlikte Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek bir sürecin başlatılması ve devam ettirilmesi şüphesiz toplumun kolaylıkla kabulleneceği bir durum değildi. Bu durumu meşrulaştırmak ve makul bir zemine oturtabilmek için başta hükumet olmak üzere çözüm sürecini destekleyen farklı çevrelerin(medya, akademi,sivil toplum, iş dünyası vs.) kabul edilebilir argümanlar geliştirmeleri ve farklı kesimlere bu süreçle amaçlanan şeylerin neler olduğunu anlatıp, ikna etmeleri gerekmekteydi. Ben sürecin topluma rağmen değil, toplumun geniş bir kesiminin desteğini alarak işletildiğini düşünmekteyim. Kürt meselesinin siyasal çözümü konusunda toplumsal bir mutabakatın varlığından da söz edebiliriz. Başka bir deyişle, çözüm için ortaya konulan siyasi irade toplumsal bir tabana dayanmaktaydı. Toplumun sürece verdiği bu desteği süreç içerisinde yaşanan provakasyonlara karşı gösterdiği sağduyulu yaklaşımdan anlamak mümkündür.
Silahli mücadelenin yoğunlaştığı ve maddi,manevi ağır kayıplar verdiğimiz bu günlerde, AKP’nin ve taraftar medyanın  Kürt Sorunu ve Barış Süreci’ne yönelik temel yaklaşımını, kürt sorununu nasıl anlayıp yorumladıklarını hatırlamakda fayda olduğunu düşünmekteyim. Bu noktadan hareketle bu çalışma ile çözüm sürecinin  temel paradigmalarının, ilkelerinin ve değerlerinin neler olduğu bir başka deyişle Ak Parti hükumetleri ile birlikte ‘Kürt Sorunu’na yönelik geliştirilen yeni anlayış ve geleneğin ne olduğunu araştırmak amaçlanmaktadır. Çalışmamda Çözüm Süreci’nin hangi noktalardan hareketle başlatıldığı, nasıl temellendirildiği, süreçle neyin hedeflendiği gibi sorular sorulacaktır. Bu sorulara cevap verebilmek için  yöntem olarak iktidar yanlısı ve çözüm sürecini destekleyen akademi ve basın dünyasının çözüm sürecine yönelik yaklaşımlarının neler olduğu incelenecektir. Yani yandaş akademi ve gazetici çevrelerin o dönemde ürettikleri argümanlar ve söylemler üzerinden sürecin paradigmaları yeniden hatırlanmış olacaktır. Bu çerçevede Makalemin bundan sonraki kısmında gazete haber ve yorumlarına yer vereceğim.




ÇÖZÜM SÜRECİNİ DESTEKLEYEN ÇEVRELER SÜRECİ NASIL OKUDU?
-Heyetlerin Kandil ve İmralı’ya gerçekleştirdikleri temaslar hükumetle Kandil ve İmralı arasında dolaylı da olsa görüşmelerin gerçekleştiği anlamına geliyordu. Bu durum muhalif kesimlerce eleştirilmiş ve  Devlet ile İmralı arasında gizli bir müzakere sürecinin yaşandığına ve hükumetin bir takım tavizler verdiğine yönelik bir anlayış gelişmiştir. Süreç yanlısı taraflar ise istihbarat kaynaklarının tamamen açık olduğu, şeffaf bir süreç yaşandığı ve devlet ile İmralı arasında bir müzakere değil, görüşme yaşandığı düşüncesini savunmuşlardır.
 Devlet ile İmralı arasında bir takım konuların müzakere konusu edilmediği, sürecin farklı bir boyutta değerlendirilmesi gerektiği argümanı kilit noktalardan birisidir. Hükumet ve taraftar çevrelerin süreç süresince üzerinde durduğu bu nokta önemlidir. Çünkü süreç meşruiyetini büyük oranda bu yaklaşım üzerinden sağlamaktadır. Bu yaklaşıma göre devletin ve sivil inisiyatif sahiplerinin bazı kırmızı çizgilerinin olduğunu ve halka bu konuda teminat verdiğini görmekteyiz.
 Devlet ve süreci destekleyen kesimler, taraflar arasında yaşanacak görüşmelerin sınırlarının belirlenmiş olduğu, yeni süreçte devlet tarafından daha baştan üniter devlet çerçevesinin korunacağı, federasyon, özerklik vb. taleplerin kabul görmeyeceği ve çözümün yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluyla söz konusu olabileceği gibi konularda halka teminat vermiştir. -Sabah gazetesinde 23 Mart 2013 yılında Hatem Ete’nin kaleme aldığı yazıda dile getirilen bu cümleler sürecin henüz başında hükumet taraftarı çevrelerin süreci nasıl okuduklarını göstermekte ve bu çevrelerde hakim olan olumlu havayı da gözler önüne sermektedir.
1 19 Ocak 2013 tarihli Enine Boyuna programı, https://www.youtube.com/watch?v=2q-rINNzkI8
2Ete, Hatem, Nevruz ve Yeni Paradigma, Sabah Perspektif, 23 Mart 2013
‘Korku ve endişeye mahal yok. Çözüm süreci, on yıldır vesayetle sürdürülen mücadelenin son halkasıdır. Çözüm süreciyle, Yeni Türkiye'ye giden yolda eksik olan bir halka daha tamamlanacaktır. Bu süreç, yüzyıllık çarpık politikalar dolayısıyla enerjilerini birbirlerini zayıflatmak üzere kullanan kesimlerin yeni bir siyasal perspektifle güçlerini birleştirmeleri anlamına gelmektedir. Türkiye'yi Kürtlerle, Kürtleri Türkiye ile tehdit ve terbiye etme dönemi kapanıyor. Kürtlerin siyasi enerjisinin Türkiye'nin stratejik aklına eklemlendiği yeni ve güzel bir dönem başlıyor.
Bu cümleleri yorumlarsak; sürecin iktidarın vesayetle mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Yine bu çevrelerin geçmişte yapılan hatalarla yüzleşebildiklerini ve karşı tarafı ötekileştirmeden ortak bir geleceğe birlikte yürümek istediklerini görmekteyiz. Yine yapılan önemli bir vurgu da yüzyıllık bu kavgada dış güçlerin rolünün olduğudur. Yani ortak bir düşman tespit edilerek Kürtler ve Türkler arasında birlik ve beraberliğin sağlamlaştırılması hedefleniyor.
Mehmet EMİN Ekmen’in 5 Aralık 2015’te Star Açık Görüş’te kaleme aldığı köşe yazısı iktidar partisine taraftar medyada hakim olan çözüm süreci algısını yansıtması açısından değerlendirilebilir. Bu yazıda 2013 Ocak’ında başlayan çözüm süreci Türkiye için spesifik bir tecrübe olarak değerlendirilmiştir. Çözüm sürecinin doğru bir şekilde anlaşılması gerektiğini ve  Ak Parti’nin; Sessiz Devrim, Demokratik Açılım veya Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi adları ile nitelendirdiği; dönüşüm, entegrasyon ve yenilenme programının bu süreçle farklı şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Çözüm Süreci’nin MBKP’nin devamı gibi düşünülmemesi gerektiğini ve zamanla MBKP’ye dönüşeceğine dair endişelerin yersiz olduğunu ileri sürmektedir. Ekmen Çözüm Süreci’ni tek cümle ile “PKK’nın silahsızlandırılması süreci’’ olarak nitelendirmektedir.
3 Ekmen, Mehmet Emin, Star Açık Görüş, 5.12.2015
 Ak Partinin Demokratik açılımı ise 2001 yılından beri takip ettiği demokratikleşme projesinin bir parçası olarak değerlendirdiğini öne sürmektedir. Başlatılan bu demokratikleşme projesi ile yapısal bir dönüşümün hedeflendiğini görmekteyiz.  Temel amaç yaklaşık 100 yıldır sürmekte olan  “katı merkeziyetçi, vesayetçi ulus devlet” ve “makbul vatandaş” uygulamalarına son vermek olmuştur.
Ekmen Türkiye’de bazı kesimlerin ulus devletin ‘’makbul  vatandaş’’ tanımına uymadıklarını belirtmektedir. Romanlar, Gayrimüslimler, aleviler, dindarlar ve kürtleri 1924 anayasası ile kurulan ve günümüze kadar devam edegelen sistemin mağdurları olarak tanımlamaktadır. Ak Parti iktidar olduğu dönemden bu güne  demokratikleşme projesi kapsamında uyguladığı tüm reform ve dönüşüm paketlerinde; kürtleri bu diğer 4 grupla birlikte ele almaktadır. Ak parti seçmeni ve merkez güçleri endişelendirmemek için kürtler de dahil olmak üzere bu 5 farklı grupla özel, ayrıcalıklı düzenlemeler yapmaktan kaçındı.
Ekmen AKP ve kürtler arasındaki ilişkiyi ‘’mağduriyet kardeşliği’’ olarak tanımlamaktadır. Bu 5 kesimin mağduriyet kardeşliğinin zamanla ‘’reform kardeşliğine’’ dönüştürüldüğünü vurgulamaktadır.
Ekmen Ak Partinin çözüm süreci ve demokratik açılımı birbirinden ayırdığını ve terörle mücadelenin demokratik dönüşümü kesintiye uğratmasına izin vermemeye çalıştığını öne sürmektedir. Ekmen bu durumu Devrimci Halk Savaşı(!) girişimine Kesintisiz Evrimci Reform Anlayışı ile cevap verilmesi olarak özetlemektedir.(bugün söylemlerde meydana gelen değişiklik)pkkya hiç dost dendi mi bugün kürtlere düşman deniyormu)
Ekmen AKP’nin sadece silahsızlandırma girişiminin başarısız olduğunu ve bu başarısızlığın “muhatapsız dönüşüm” ile  “kesintisiz reform” anlayışlarını kesintiye uğratmadığını öne sürmektedir.
“Kürt Açılımı-Demokratik Açılımın” tartışıldığı 26.08.09 tarihli “Açık Görüş” adlı programda Ali Bayramoğlu bir açıklama yaparak, Kürt sorununun temelinin nasıl atıldığı konusuna değiniyor:
T.C. kurulduğunda bu topraklarda yaşayan 12 milyon insandan 9 milyonunun Türk olmadığına dikkat çekiyor. Bu 9 milyon insanın gayrimüslimlerden, sürülerek bu topraklara gelenlerden ve Kürtlerden oluştuğunu söylüyor. Bu 9 milyonluk kesimin Cumhuriyet ideolojisi tarafından Türkleştirilmeye çalışıldığını ve büyük oranda da başarılı olunduğuna dikkat çekiyor. Bugün kürt sorunu olarak nitelendirdiğimiz sorunun temelinde uygulanan bu asimilasyon politikasının Kürtler üzerinde tam olarak başarılı olamamasının yattığını ifade etmektedir. Bayramoğlu bu bu süreçde artık bu politikanın sonuna gelindiğine vurgu yapıyor.
Taha Özhan / Sabah Gazetesi/ 9 Kasım 2013
Özhan 2009 demokratik açılımı ile başlayan ve 2013 Çözüm Süreci ile devam eden süreci Türkiye'de uzun yıllardır üstü örtülen Kürt meselesinin resmen tanındığı ve aydınlatıldığı bir süreç olarak tanımlamaktadır. Özhan 2009’da başlayan süreci, toplumsal kesimlerin ve devletin Kürt meselesiyle ilk kez açıktan yüzleşmesi olarak yorumlamıştır.  Kendi ifadesi ile:  ‘’ 2009 süreci, Kürt meselesine dair siyasal ve toplumsal bir pedagojik oryantasyon imkânı sağlamıştı.’’
Bu girişimin başarısız olması üzerine Ak Parti’nin geçmiş dönemlerde olduğu gibi başlanan noktaya geri dönmeyip, 'eski dünya girdabına' düşmeyerek proaktif adımlar atmaya devam ettiğine vurgulamaktadır.  Özhan’a göre AK Parti'nin pozisyon değiştirme ve siyaset üretme kapasitesini canlı tutarak, 2013 Çözüm sürecini başlatabilme becerisi göstermiştir. Nisan 2013’de yine Sabah gazetesi’de yer alan bir köşe yazısında da ‘’2009 açılımı, AK Parti'nin 2013 çözüm sürecinin dibacesi olmuştur.’’ifadesine yer vermektedir.
4Yasin, İlker, "Kürt Açılımı-Demokratik Açılım'a dair-2", Bilim ve Toplum, 28 Ağustos,2009
5 Özhan, Taha, ’’Çözüm Süreci Biterse’’, Sabah, 9 Kasım, 2013
 Yani 2009 açılım süreciyle 2013’te başlatılacak çözüm sürecinin temelleri atılmış, tabanın ve elitlerin Kürt meselesinde yaşanması beklenen paradigma değişimlerini ve dönüşümü benimsemeleri sağlanmıştır.Özhan bu yazısında akil adamlar heyetine de değinmiştir. Akil adamlar heyetinin Türkiye için önemli bir siyasal tecrübe olduğunu öne sürmektedir. Bu heyetin ‘’doğrudan demokrasi’’ halkla muhatap olmalarını önemsemektedir. Çözüm sürecinde kurucu rol oynayan bu heyetin çeşitli kesim ve görüşlerden kişilerden oluşmasını umut verici bulmakta ve bu tablonun halkın genelinin iradesini de yansıttığını ileri sürmektedir. Bu çabanın bir parçası olamayan siyasi aktörlerin ise yapısal kırılmalar yaşamaya mahkum olacaklarını belirtmektedir.
 AKŞAM Gazetesinde 19 Şubat 2016 tarihinde çıkan haber:
Haberde iki dönem Diyarbakır milletvekilliği yapan ve İslami kesimin Kürt Sorununa bakışı üzerine düşünceleri olan Ömer Vehbi Hatipoğlu’nun görüşlerine yer veriliyor. Hatipoğlu ‘’Jön Kürtler’’ in kürt meselesi üzerindeki etkisine dikkat çekiyor. Kendisi Jön Kürtler’in kürtleri İslam’dan uzaklaştırarak onları ötekileştirmeye çalıştıklarını iddia ediyor. Jön kürtlerin toplumda İslamcı aydın ve siyasetçilerin Kürtlerin haklarını korumadıkları ve müslümanların Kürt sorununa uzak durduğu gibi yanlış  algılar yaratma yolu ile  Kürt toplumu ile İslami kesimi birbirine yabancılaştırmaya çalıştıklarını söylüyor. Bu strateji ile ‘’İslamcıların’’ sundukları çözümlerin kürt halk tarafından tartışılmasını imkansız kılmaya çalıştıklarını vurguluyor.


6 Özhan, Taha, ‘’Çözüm Süreci’nin Dönüştürücü Gücü’’, Sabah, 20 Nisan 2013
7 Şakir, Aydın, ‘’Cumhurbaşkanı sayesinde Kürt meselesi etnik sorun olmaktan çıktı’’, 19 Şubat 2016
Markar Esayan’ın Temmuz 2016’da Akşam Gazetesi’nde yayınlanan Ne Türk, ne Kürt, üst-kimlik sorunu adlı yazısı
Esavan bu yazısında kürt sorununu Türkiye’nin üst kimliği tam oluşmamış bir devlet olduğu gerçeğinden hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Bunun sebebini ise şu şekilde açıklıyor:
 ‘’Ülkeye uygulanan böl/yönet mühendisliğinin ve bu mühendisliğe eşlik eden ayrımcı şiddet pratiklerinin, her toplumsal kesimin ülkeyi algılama biçmini bozduğunu ve bu kesimlerin bir parça devlete ve ülkeye karşı tepki biriktirdiğini görüyoruz.’’  Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze bazı kesimlerin elitleştiğini, Kürt, Alevi, dindar, gayrımüslim gibi bazı kesimlein de ötekileştirilerek gettolaştırıldığını öne sürmektedir. Elitlerin tekelinde olan iktidarın “Türküm doğruyum” tahakkümüyle bir üst kimlik yaratmaya çalıştığını, ancak bu kimliğin suni/dışlayıcı doğası sebebi ile halk düzeyinde içselleştirilemediğini ifade etmektedir. Yazısından yaptığım çıkarım şudur, ‘’dindarların ülkeyi yönettiği son 15 yılda hayata küsen beyaz Türkler’’ kökeni geçmişe dayanan bu kürt sorununu bugün de sürdürmeye yönelik bir politika takip etmektedirler. Bu düşüncesini yazısında şu cümlelerle ifade etmektedir:
‘’ İlginç biçimde, dindarların ülkeyi yönettiği son 15 yılda hayata küsen beyaz Türkler de ulusalcı üst kimlik tulumunu sıyırıp, pkk, dhkp-c, sözcü, nihilist vs. mahallelere sempatiyle alt kimlik oluşturmaya itildiler. Bu kötücül mühendislikle insanların geçmiş travmalarını azdırmaya kendilerini adadılar. Özellikle Kürtler, Aleviler, beyaz Türkler, kentli kadınlar, gayrımüslimler, yani AK Parti tabanı dışındaki kesimlerin duygularına, hassasiyetlerine dönük bir “nefret oyunları” kurgulandı. Bu kötücül tercih, zaten zayıf olan toplumsal kesimler arasındaki ortak vatan/ortak gelecek konsensusunu kırmak ve buradan bir darbe çıkarmak içindi.’’
8 Esayan, Markar, ‘’Ne Türk, ne Kürt, üst-kimlik sorunu...’’, Akşam, 9 Temmuz 2016
Yazısının bir bölümünde dindar Türk ve Kürtlere ayrıca değinmektedir. Dindar Türk ve Kürtlerin sağduyusu ve demokratlığı sayesinde; T.C.nin üzerinde oynanan bunca mühendisliğe rağmen bir iç savaşa sürüklenmediğini öne sürmektedir. Bu çerçevede bazı Türk ve Kürtlerin İslam üst çatısı altında birleştikleri çıkarımını yapmak yanlış olmayacaktır. Bu üst kimlik de Kürt ve Türklerin tamamen ayrışmasını engelleyen bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu argümanlarından hareketle kürt sorunu ve benzeri kimliksel sorunların çözümü için öncelikle bir üst kimlik yaratılması gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Mustafa Akyol’un Temmuz 2011’de kendi web sayfasında yayınladığı ‘’Ümmetçilik ve Kürt Sorunu’’ üzerine yazısı
Akyol Kemalist Tek Parti rejimi döneminde uygulanan politikalarla Kürt Sorunu’nun kökeninde yatan en büyük kırılmaya yol açıldığını öne sürüyor. Rejimin takip ettiği iki temel politikanın sonucu olarak kürt sorununun ortaya çıktığını ifade ediyor:  1.si bu rejimin Osmanlı’dan miras kalan “İslam milleti” yerine baskıyla ve asimilasyonla “Türk milleti” yaratmaya çalışması; 2.ise yaratmaya çalıştığı bu Türklüğün kökenini de pagan Orta Asya’da ve “asil kan”da araması. Akyol yazısında kürt sorununun çözümü için Ümmetçiliğin oynayabileceği önemli role işaret ediyor. Türkler ve Kürtler arasındaki ortak İslam bağının varlığının iki kesim arasındaki kaynaşma ve entegrasyonun sağlanmasındaki önemini vurguluyor. Dolayısıyla Ümmetçi bir politika takip etmenin kürt sorununun çözümüne katkı sağlayacağı çıkarımını yapıyor.
Kendisi Türkiye’de Kürt meselesine bakışta kabaca üç siyaset tarzı olduğunu ve bu tarzların belli kesimlerce takip edildiğini düşünüyor. Birincisi Kürtlerin Türkleştirilmesi ve asimilasyonu siyasetidir. Akyol yazısında bunu “ne mutlu Türküm diyene” siyaseti olarak adlandırmış. Bu siyasetin Kemalizm tarafından üretildiğini ve bugün MHP tarafından da
9 http://www.mustafaakyol.org/turkce-yazilar/ummetcilik-ve-kurt-sorunu/
benimsenildiğini söylüyor. İkinci siyasette, Kürt kimliği çoğulcu bir “Türkiye milleti” nin bir parçası olarak değerlendirilmekte ve bir ortak kader vurgusu yapılmaktadır. Yani Kürt kimliğine saygı duyulmakta ama üst bir kimliğe dahil edilmektedir. Muhafazakar kesim Kürtleri İslam ve Osmanlı üst kimliğinin bir parçası olarak görüyorlar. (İslam kardeşliği, Ümmetçilik) Üçüncü siyaset tarzı ise, bir tarafta PKK/BDP hareketi, diğer tarafta da marjinal Türk ırkçıları tarafından temsil edilen etnik milliyetçiliktir. Bu siyasete göre Türkler ve Kürtler, ayrı “kaderleri” olan iki ayrı halk olarak değerlendirilir. Akyol meseleye etnik milliyetçi bakılmasının çözümün önünde engel olduğunu, soruna çoğulcu bir yaklaşımla yaklaşılması gerekildiğini vurgulamaktadır. İslam kardeşliği vurgusunun bir Türkiyelilik üs kimliği yaratılmasında çok önemli bir katkısının olacağını savunmaktadır.
Kürt Siyasal Hareketi ve İslam
Çözüm süreci sürecinde İslam’ın birleştirici rolünün Kürt kesim tarafından da vurgulandığını görmekteyiz. Öcalan’ın Nevruz mesajında İslami kesimlerle barış ve uzlaşı arayışına dair verdiği mesajlar, “sivil cumalar” ve “İslam kardeşliği” vurguları bu duruma önek olarak verilebilir. Buna ek olarak Abdullah Öcalan’ın yönlendirmesi ile yapılan “Demokratik İslam Kongresi ve bu kongrede yapılan İslami referanslar da Kürt siyasal hareketinin “İslam Kardeşliği” ile “ümmetçiliği” esas alan bir “Demokratik İslam Sentezi” inşasına giriştiğini göstermektedir. Kürt siyasal hareketinin bu girişimi bazı kesimlerce “Türk İslam Sentezi”ne karşı “Kürdistan İslamcılığı” inşa edilmesi olarak değerlendirilmiş ve eleştirilmiştir. Eleştirenlerden bazıları da bu girişimi Sünni İslam’dan bir “kurtuluş teolojisi” üretme çabası  olarak değerlendirmişlerdir. Bununla birlikte çözüm sürecine sağlayacağı olumlu katkıdan dolayı bu girişimi destekleyen ve sahip çıkan kesimler de olmuştur.


10 Mayıs 2014, BBC Türkçe Haberi, ‘’ Diyarbakır'da 'Demokratik İslam Kongresi’’
Kongre boyunca Kur’an'da ve Peygamberin sünnetinde var olan “Çok kimliklilik, çok dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlara vurgu yapıldığını görmekteyiz. Öcalan da kongreye “Mümin kardeşlerim” diye başlayan üç sayfalık bir mesaj gönderdi. Abdullah Öcalan mesajında, “çağdaş İslami ümmetin millet birliğini” anlamlı bulduğunu, bunun ise asla “tek devlet, tek millet, tek bayrak zırvalamaları anlamına gelmediğini” ileri sürdü. Öcalan, ‘birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık’ ayetine de referans vererek bir çoğulculuk esasına dayalı bir ‘İslami milletler birliği’ fikrini öne sürdü.
Demokratik İslam Kongresi 15 maddelik Sonuç Bildirgesinde Medine Sözleşmesi’ni günümüzde yaşanan sorunların çözümü için bir model olarak önermektedir. Anlaşmanın bazı hükümlerini günümüzde yaşanan kürt sorununa yönelik çözüm önerisi olarak sunmuşlardır. Bu bildirgeden seçtiğim konum için önemli olduğunu düşündüğüm dört madde:
2. madde: ‘’Medine Sözleşmesi'nin birinci maddesinde "Ümmet", çok kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir anlama sahiptir. Siyasi ve itikadi yaklaşımlar, Ümmetin farklı din, mezhep, inanç, etnik ve diğer tüm toplumsal gruplardan oluştuğunu dikkate almalıdır. Temel hak ve hürriyetlerin kullanımında, toplumların ve bireylerin kendilerini ifade etmelerinde adaletli, eşitlikçi ve özgür bir anlayışı kurumsallaştırmaları ve hukuki güvenceye kavuşturmaları İslami bir zorunluluktur.’’
4.madde: ‘’Kürtler, yaşadığı topraklarda tarih boyunca din ve Ümmet adına üzerine düşen her türlü sorumluluğu ve fedakarlığı yerine getiren kadim halklardan biridir. Şimdi ise Kürtlerin karşı karşıya kaldığı otoriter laikçi, ulus devletçi, mezhepçi ve ırkçı saldırılar karşısında Ümmet'in de sorumluluk ve fedakarlık göstermesi gerekmektedir.’’
10 Sarı, Zübeyde, Onuş, Sinan, ‘’ Diyarbakır'da 'Demokratik İslam Kongresi'’, BBC Türkçe,10 Mayıs 2014
8.madde: ‘’Türkiye'de Kürt sorununun barışçıl çözümüne dönük tarafların ortaya koymuş olduğu irade herkes tarafından önemsenmelidir. Barışın kalıcı hale gelmesi için ivedilikle yasal düzenlemelerin, Medine Sözleşmesi'nin müzakere yöntemleri de dikkate alınarak hayata geçirilmesi gerekmektedir.’’
12 madde: ‘’ İslam'ın temel öğretisi ve siyaset tecrübesi farklı etnik gruplara, inançlara, dinlere ve kültürlere eşit yaklaşma üzerine kuruludur. Bu kapsamda Türkiye'de başta Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Ezdiler olmak üzere tüm grupların hassasiyetleri gözetilerek; temel hak ve hürriyetleri Anayasal düzeyde de garanti altına alınmalıdır.’’
SONUÇ
Bu gazete ve haber yorumlarından hareketle süreci destekleyen kesimlerin ve kürt kesimin süreç boyunca kürt sorununa yönelik nasıl bir yaklaşım benimsediklerini anlamak mümkündür. Bu haber ve yorumlardan da gördüğümüz üzere 2009 Demokratik Açılım’la başlayan ve 2013 Çözüm süreci ile devam ettirilen politikalar Kürt Sorunu’na yönelik paradigmaların köklü bir şekilde değiştiğini göstermektedir. Çözüm Süreci’nin 2015 yılının ortalarında akamete uğradığını ve günümüzde de sürdürülmediğini görmekteyiz. Ama bence bu durum Ak Parti iktidarı ile birlikte gelişen yeni anlayış ve ortaya çıkan yeni paradigmaların değişikliğe uğradığını göstermez. Yukarıda yazısına yer verdiğim Mehmet Emin Ekmen’in de ifade ettiği gibi Demokratik açılım ve Çözüm Süreci’nin farklı süreçler olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ateşkesin sona ermesi ile birlikte son dönemde iktidarın sertleşen söylemi Kürt halkının kendisine yönelik değil, PKK/KCK gibi terörist örgütlere yönelikdir. Yani Kürt Sorunu’na yönelik bir söylem ve anlayış değişikliği olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda yer verdiğim anlayışlar bugün de aynı kesimler tarafındn büyük oranda sürdürülmektedir. PKK’nın silahsızlandırılması girişimi başarılamamasına rağmen, Ak Parti iktidarı ile birlikte başlatılan ‘’Sessiz Devrim’in’’ bugün de devam ettirilmeye çalışıldığını düşünmekteyim.
      KAYNAKÇA:
1)      SETA ODAK, Kürt Meselesi-Zaman Çizelgesi
2)      19 Ocak 2013 tarihli Enine Boyuna programı, https://www.youtube.com/watch?v=2q-rINNzkI8
3)      Ekmen, Mehmet Emin, Star Açık Görüş, 5.12.2015
4)      Yasin, İlker, "Kürt Açılımı-Demokratik Açılım'a dair-2", Bilim ve Toplum, 28 Ağustos,2009
5)       Özhan, Taha, ’’Çözüm Süreci Biterse’’, Sabah, 9 Kasım 2013
6)      Özhan, Taha, ‘’Çözüm Süreci’nin Dönüştürücü Gücü’’, Sabah, 20 Nisan 2013
7)      Şakir, Aydın, ‘’Cumhurbaşkanı sayesinde Kürt meselesi etnik sorun olmaktan çıktı’’, 19 Şubat 2016
8)      Esayan, Markar, ‘’Ne Türk, ne Kürt, üst-kimlik sorunu...’’, Akşam, 9 Temmuz 2016
10)  Sarı, Zübeyde, Onuş, Sinan, ‘’ Diyarbakır'da 'Demokratik İslam Kongresi'’, BBC Türkçe,10 Mayıs 2014